Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Cumhuriyet bizim ilk değil, son devletimizdir. Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş değiliz. Unutulmamalıdır ki Cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni devletimizin sınırları dışında kalmıştır. Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek için o dönemde buna ‘Tamam’ denmiş olabilir. Asıl yanlış, dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye çalışmaktır. İşte biz bunu kabul etmiyoruz.”
Bu sözler beni heyecanlandırabilirdi. Bu sözler başta Yunanistan olmak üzere Irak, Suriye ve Rusya gibi komşu ülkelerin devlet yetkililerini öfke ile tepki vermeye itebilirdi.
En yetkili ağızdan dile getirilen bu sözlerin, deprem etkisi yaratması gerekirken, önemli bir etkisi olmadı.
Çünkü herkes biliyor ki, Ege’de 17 adamız Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde (2004 yılında) Yunanistan tarafından işgal ve ilhak edildi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu konuda Yunanistan’a bir kelime laf etmedi. Türk milletine de 17 adanın Yunanistan’a neden verildiğini izah etmedi.
“Cumhuriyetin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmediğimiz” gibi, belki de adalarımızı Yunanistan’ın ilhak etmesini de gönülsüz olarak kabul etmek zorunda kalmış olabiliriz.
Egedeki adalarımızı kaybetmemizin hangi mecburiyetten olduğunu bilmek Türk vatandaşlarının en tabii hakkıdır.
*************************************
Lozan ve Adalar
Cumhurbaşkanı Erdoğan “birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. Ege’de bağırsan duyulacak adaları biz Lozan’da Yunan’a verdik. Zafer mi bu? Lozan’da masaya oturanlar o anlaşmanın hakkını veremediler ” diye Ege’deki adaların Lozan’da verildiğini anlatmaya çalışıyor.
Oysaki tarihi belgeler gerçeklerin farklı olduğunu gösteriyor.
Belgelere göre, Egedeki adaların önemli bir kısmını 1832 yılı ve öncesinde Yunanistan’a bıraktık.
II. Abdülhamid döneminde donanmamız Haliç’e kapatıldı ve donanmamız kullanılamaz hale geldi.
1911-1912 Trablusgarb Savaşı sonunda Rodos ve çevresindeki bir kısım adaları kaybettik.
Midilli, Sakız, Limni, Sisam, Semadirek ve bir kısım adaları da 1. Balkan Savaşında (1912-1913) kaybettik.
1923 Lozan Antlaşmasının 15. Maddesinde belirtilen 14 ada, zaten daha önce (Osmanlı Devleti zamanında) Türk hâkimiyetinden çıkmıştı, İtalya’ya verildi.
Burada bahsettiğimiz ve Cumhurbaşkanının Lozan’da verildiğini iddia ettiği adaların tamamı daha önceden hâkimiyetimizden çıktığı için Misak-ı Milli sınırları içinde değildi.
“Misak-ı Millî (Milli Yemin) Kurtuluş Savaşı’nın siyasi manifestosu olan altı maddelik bildirinin adıdır. İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920’de oy birliği ile kabul edilmiştir.”
Çünkü Misak-ı Milli bildirisinde, “Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada (30 Ekim 1918) işgal edilmemiş bölgeler kesin Türk yurdudur, parçalanamaz” denilmektedir.
Ancak 2004 yılı ve sonrasında, yani R. Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde, Yunanistan’ın işgal ve ilhak ettiği 17 ada Lozan antlaşmasına göre Türkiye’ye aittir.
Ege’deki bu 17 adamız Misak-ı Milli sınırları içindedir. Çünkü Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada da Türk hâkimiyetinde idi.
Nitekim TBMM’de 26 Mart 2015’de yapılan oturumda, zamanın Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz tarafından, Lozan ve Paris Antlaşmalarına göre adaların hukuken Türkiye’ye ait olduğu ve adaların fiili olarak Yunan işgali altında olduğu beyan edilmiştir.
İsmet Yılmaz “bu adalar Türkiye Cumhuriyetine aittir. Ancak Yunanistan’ın fiili uygulamaları vardır. Yunanistan’ın mevcut fiili uygulamaları hukuki statüyü değiştirmez” demekle işgali kabul etmiştir.
Bu açık durum karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan’ı hedef alan eleştirilerinin gerçeği yansıtmadığı ortadadır.
O halde ya Cumhurbaşkanına yanlış bilgi verilmektedir. Veya bu açıklamalar AKP döneminde verilen adaların da Lozan’da verildiği gibi bir algı yaratmak maksadıyla yapılmış olabilir.
Ancak tarihi gerçekler kolay kolay değiştirilemez. Belki kısa dönem üstü örtülse de gerçekler uzun süre gizlenemez.
NOT: Adaların hukuki statüsü ile ilgili bilgiler Milli Savunma Bakanlığı E. Genel Sekreteri Em. Kur. Albay Ümit Yalım‘ın açıklamalarından alınmıştır.
*******************************************
Aydınlar Ocakları 44. Şurası
Türkiye ve yurtdışında faaliyet gösteren Aydınlar Ocakları her sene iki defa “şura” adı verilen toplantılar düzenlemektedir. Aydınlar Ocakları her seferinde başka bir Aydınlar Ocağı Derneğinin ev sahipliğinde yapılan 3 günlük toplantılarda ülke ve dünya meselelerini tartışır. Meselelere “Türk milliyetçiliği” penceresinden bakarak değerlendirmelerini yapar ve bir “sonuç bildirisi” ile kamuoyu ile paylaşır.
Aydınlar Ocakları 44. Büyük Şurası 28-30 Ekim 2016 tarihleri arasında Sivas‘ta yapıldı. Biz de (Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak) bu şuraya 15 arkadaşımızla iştirak ettik.
44. Şura Türkiye Cumhuriyeti devletinin 93. kuruluş yıldönümü münasebetiyle kutlanan Cumhuriyet Bayramı‘nda, 4-11 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresindeki temsilciler heyetinin inanç ve heyecanı ile yapıldı.
Ülkemizin içinde bulunduğu iç ve dış riskler ile hain saldırılar karşısında, “milli güçlerin birlikte hareket etmesinin” önemi büyük. Bu bakımdan milli refleksi olan herkesin 44. Şurada alınan kararlardan haberdar olmasının faydalı olacağını düşünerek, bu kararlardan bir kısmını paylaşmak istiyorum. Diğer bölümlerini ileride değerlendirmeye çalışacağım.
***
44. Şura Sonuç Bildirisi
Türkiye, 15 Temmuz 2016’da TSK içinde dıştan güdümlü bir cuntanın başlattığı lanet bir darbe teşebbüsü yaşamıştır. Çok şükür ki darbe teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ankara Bağdatlaştırılamamış, Türkiye yeni bir Suriye yapılamamıştır.
Aydınlar Ocakları olarak “hukukun üstünlüğü” ilkesinin yaşandığı, anayasa ve yasaların rafa kaldırılmadığı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin yürürlükte olduğu, yürütme ve yasama organlarının seçimle gelip, seçimle değiştiği, devletin bütün kurumlarının demokrasi kuralları içinde ahenkle çalıştığı, demokratik bir Türkiye istemeye devam edeceğiz.
OHAL Ve Devletin Yeniden Yapılandırılması: FETÖ yargılamalarının hızlandırılması ve devlet kadrolarının örgüt üyelerinden temizlenmesi için OHAL’den kaynaklanan yetkiler ve KHK’lar kullanılabilir. Ancak devletin yeniden inşasını, kurumların yeniden yapılandırılmasını öngören düzenlemelerin OHAL-KHK’ları yapılması doğru değildir. Genelkurmayın statüsü, askeri okulların kapatılması ve askeri hastanelerin Sağlık Bakanlığına bağlanması gibi düzenlemeler aceleye getirilmeden, etraflıca tartışarak, muhakkak TBMM’de muhalefetle birlikte uzlaşarak yapılmalıdır.
OHAL, hukukun rafa kaldırılması demek değildir. Burada beklenen özgürlükleri kısıtlayıcı kararların keyfi olarak değil, ancak zaruret halinde alınması, OHAL’in sınırlı süreli olarak, sıradan vatandaşların günlük hayatlarını en az etkileyecek boyutta uygulanmasıdır. OHAL’in ileri demokratik hukuk devletleri standartlarında uygulanmasını talep etmek hakkımızdır.
Başkanlık sistemi tartışmaları ülkemizin içinde bulunduğu ağır iç ve dış şartlar içinde yersiz ve zamansızdır. Bu şartlarda sağlıklı bir şekilde yürütülemez.
Kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliği varsa, “Bağımsız ve tarafsız yargı“dan bahsetmek mümkün değilse, “gücü dengelenmiş ve denetlenebilir olmayan bir muktedir” varsa, sistemin adı ister parlamenter, ister başkanlık olsun, fark etmez.
Esasen Başkanlık Sistemine geçiş gibi köklü bir değişime, sosyal ve siyasi bir ihtiyaç da yoktur. Parlamenter sistem, Türkiye’nin 100 yıllık tecrübesi ile kurum ve kuralları kökleşmiş bir sistemdir. Yapılması gereken çok partili demokratik ve parlamenter sistemi, aksayan yönlerini ıslah ederek, geliştirerek devam ettirmektir. Öncelikli olarak parti içi demokrasiyi sağlayacak şekilde Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu demokratikleştirilmelidir.