Bazıları, her şeyi dine aykırı görmek gibi yanlış bir fikre düşüyor. Ve her şeyi İslâma aykırı görmek ve göstermek yüzünden -az da olsa- çok vahîm söylemlerle karşılaşıyoruz: Bu devlete vergi verilmez! Bu devlete askerlik yapılmaz! Bu devlete dürüst olunmaz! Gibi.
Fakat -ne hikmetse- bu devletin Hava Yolları’nı kullanırken; bu devletin Kara Yolları’nda araba sürerken; bu devletin Posta hizmetlerinden yararlanırken; bu devlet ordusunun vatan bekçiliğinden dolayı evde rahat rahat uyurken; bu devlet polisinin âsâyişi sağlamasından faydalanıp emniyet içinde yaşarken; bu devlet lojmanlarında en güzel imkânlar içinde otururken; bu devletten her ay muntazaman maaş alırken; ve bu devletin, devlet nizamının ortaya koyduğu daha nice hizmetlerden istifade ederken meşru olan devlet; ne hazin ki, aynı zamanda -az da olsa- kendi öz vatandaşları tarafından bilinçsizce yıpratılıp, zayıflatılarak; şuursuzca, şuurlu düşmana yardım ediliyor.
Halbuki devlet; kalbe değil, ele baktığı için; herkesin muhalefete hakkı var; fakat tahripkâr olmaya ve âsâyişi bozmaya hiç hakkı yok.
Hattâ bu yüzden, bâzı öğrenciler fakülte ve yurtlarda; kimi memurlar dairelerde, bir kısım vatandaş sokaklarda, her fırsat bulduklarında tahripkâr olmakta, muslukları bozmak, ampulleri kırmak, bulunduğu yeri kirletmek, taşıt koltuklarını kesmek vs. gibi; memlekete -bilerek- çeşitli zararlar vermektedirler.
Güya -akıllarınca- devlet ve hükümet İslâmî değil! Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti; İslâmı bütünüyle tatbik yönünden değilse bile; İslâmı tamamiyle tasdik bakımından yâni halk müslüman olduğu için devleti “Devleti İslâmiye”; dolayısıyla “Hükümetler” de, vasfı müslüman olan halkımızca kurulduğundan “Hükümeti İslâmiye”dirler. Çünkü vatandaşın vasfı neyse, devlet ve hükümetlerin de vasfı odur. Görünüşte başka türlü nitelense ve adlansa bile. Zira ismin değişik olması, işin özünü değiştirmez.
Kaldı ki aksini düşünenler “Ya hep ya hiç.” zihniyeti yüzünden bin yıl da yaşasa, istedikleri ortamı ve hükümeti hiçbir zaman bulamayacaklar; bulsalar da beğenmeyecekleri için daima huzursuz ve gayri memnun, zararlı , yıkıcı ve anarşist olacaklardır. Oysa bir şey bütün bütün elde edilmedi diye, bütün bütün terkedilmez.
(Evet) çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar…(Çünkü) imkânsızı talep etmek, kendine fenalık etmektir. (Halbuki) zerreleri günahkârlardan meydana gelen bir hükümet tamamiyle mâsum olamaz.
Demek bakış noktası hükümetin iyilikleri, kötülüklerine üstün gelmesidir. Yoksa hatâsız hükümet mümkün değildir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükümetin hangi sûretini görse, daha iyisini hayâl ederek yine râzı olmayacak.
Şu hayalin neticesi olan tahrip meyli ile o sûreti bozmağa çalışacak. Şu hâlde böyleler…mel’ûn, anarşist ve karıştırıcı grubundan sayılırlar. Meslekleri ihtilâl ve bozgunculuktur. (Bediüzzaman Said Nursî, MÜNAZARAT, İstanbul – 1960 s. 11-12)
Bir de din kuralları çerçevesinde olan fakat dinsel olmayan sayısız dünyevî -Trafik kaideleri, Apartman yönetmeliği vs. gibi- mes’eleler var ki, bunlarda ille de İslâm’a aykırılık aranmaz.
Velhasıl “Her şeyin iyisini al, kötüsünü bırak” hükmü ilke ve düstûr edilmeli.
104
Çünkü cevherle cüruf ve artık, toprakta karışık olarak bulunmaktadır. Cevher elde etmek isteyen cürufa katlanmak zorundadır. Unutmayalım ki cevher cürufla iç içedir. Âdeta cüruf kabuksa, cevher özdür. Soymak ve ayıklamak lâzım.
Dünya zıtlar âlemi. Her şey zıddıyla bilindiğinden iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış hikmet ve maslahat gereği karışık olarak bulunmaktadır.
Üstelik: “Hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır. Nerede, kimde, ne şekilde bulsa almalıdır.” Mealindeki Hadis bize yol gösterici olmalı.
Hadisten anlıyoruz ki; her şey İslâm’a aykırı değil. Zaten birçok şey İslâmın zamanla mecrasından çıkmış hâlidir. Öyle ise hemen, onlara karşı çıkmak yerine onları, asıl mecrasına oturtmanın çaresine bakmalı.
“(Zaten) İslâm inancına göre dini vahiy yoluyla bildiren Allah’tır; bütün gerçek dinler Allah’tan gelmiş ve sâfiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmıştır. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve kendisine bildirilen din de tevhid dinidir.
“Allah’ın varlığı ve birliği ile nübüvvet ve ahiret inancı bütün ilâhî dinlerde değişmez ilkeler olarak yer alır. Bundan dolayı Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İslâm’dır.
“Ancak tarihin akışı içinde insanlar hak dinden uzaklaşmış ve beşerî zaaf neticesinde yanlış yollara, bâtıl inanç ve yaşayışlara yönelmişler, dinde meydana gelen bu bozulma ve farklılaşma sebebiyle Allah Peygamberler göndererek insanları ya eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya çağırmış veya yeni bir din ve şeriat göndermiştir.” (-Hey’et- İLMİHAL 1, Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Araştırmaları Merkezi, İstanbul – (Tarihsiz) s.5)
Nitekim dünyada, her asrın dini olmuş olan Yüce İslam’ın hükümleri, her zaman açık- kapalı hükmetmiştir. Gerçekten, tarih boyunca, bütün devletlerin hukuklarında ırz, namus, mal ve can kutsal ve dokunulmazdır. Devletin koruma, gözetim ve garantisi altındadır. İhlâli halinde şiddetle cezalandırıcı kanunlar hep olagelmiştir.
Tevrat ve Kur’an-ı Kerîm gibi Mukaddes Kitaplar’da da bu mefhumlar kutsal olup, en ağır şekilde cezaları belirlenmiştir. Tarih boyunca hırsızlık, zina, rüşvet vs. devletlerce daima suç sayılmış ve yapanlar cezalandırılmıştır.
Kutsal Kitap ve metinlerde de bu çeşit şeyler suç sayılmış ve verilecek cezalar gösterilmiştir. Çünkü bütün zamanlarda, devlet hukuklarında -yazılı olsun veya olmasın- yer alan bu hususlar -ve daha bu neviden yüzlercesi- hakikatte Hakk dinlerin kalıntısından başka bir şey değil.
Demek ki aslı; varlığını korumuş, ayrıntıları ise zamanla farklılaşmış. Evet mâlum suçlar, hep var olagelmiş ama ceza şekil ve nispetleri, zamanla değişmiş.
O hâlde, her şeye, hemen karşı tavır almamalı; kaynağını gösterip, kendi tabiî mecrasına oturtmanın mantıkî, ikna yollarını aramalı. Akla kapı açmalı, tercihi karşımızdakine bırakmalı. Asla münakaşa etmemeli. Birbirimize katlanmanın zaruretine inanmalıyız.
Gerçekten dünyada, bütün asırlarda, her devrin İslâmı hükmünü yürütmüştür. Kevnî yâni yaratılış ve tabîat kanunları ise varlığını zâten kabul ettiriyor. İstesek de istemesek de, onlara uymak zorundayız. Zira başka türlü hayatı sürdürmek imkânsız.
Kutsal Kitaplar’da geçen Kelâmî kanunlar iseisteğe bırakılmış. Ta ki dünyaya geliş sırrı bozulmasın. Tarihten vereceğimiz misâller de görüşümüzü doğrular mahiyettedir:
Cenabı Risalet Meaptarafından adâleti dağıtmaya memur olanlara geniş takdir hakları tanınarak: “Sizler dünyaya ait işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz.” Diye irşad buyurması. (Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, İMAM-I AZAM ve ESERİ, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul-1963 s. 10-11)
105
Peygamber Efendimizin, kendilerine vahiy gelmeyen hususlarda ehli kitabın âdetleriyle amel etmeyi sevmesi.
Ehl-i Kitap olmayanlarla ilgili olarak: “İslâmda cahiliyet devrinin faziletleriyle amel edilir.” Şeklinde bir Hadisin rivayet edilmesi.
İslâmın şartlarından olan Haccın; cahiliyyet devrinin bir kurumu olması.
İslâm devrinde onun uygunsuz ve müşriklere mahsus olan âdetleri kaldırılarak, aslının bırakılması.
Cahiliyet devrinden İslâm’ın kaldırmadığı şeylerin hepsinin geçmiş peygamberlerin ve bilhassa Hz. İbrahim’in sünneti idi demenin güçlüğü.
Kan fidyesinin yüz deve olduğunun Abdülmuttalib’in bir Kâhine yâni falcı kadının caiz görmesi üzerine kabul ettiğini ve revaç bulduğunu bilmemiz. (a.g.e. s. 46)
Müşrikler Safa ile Merve arasında sa’y ettikleri hâlde, Bakara suresinin 158. Âyetinde Safa ile Merve’nin Allah’ın belirlediği nişaneler olarak zikredilmesi. (Prof.Dr. Suat Yıldırım, KUR’AN-I HAKÎM ve açıklamalı MEALİ, İstanbul-1998, s. 23)
İslam Hukuku’nun her şeyden evvel Mekke ve bilhassa Yahudilerin ekseriyette bulunduğu Medine’nin örf ve âdetleri ile karşılaşması.
Hz. Ömer’in Irak’ta eski İran arazi vergisi kanununu devam ettirmesi.
Şam ve Mısır’da Roma nizamını muhafaza etmiş olması.
Yine Hz. Ömer’in bilhassa gümrük ve sair mes’elelerde yabancı memleketlerden geleceklere yapılacak muamelenin; o memleketlerde müslümanlara yapılan muamelenin aynı olması hakkında bir kaide koyması.
Hususî muahedeler vasıtasıyla (dolayısıyla) muhtelif idare hukukunun çeşitli kısımları Hulefa-yı Râşidîn zamanında ve onlardan sonra daima etkisini göstermesi. (Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, İMAM-I AZAM ve ESERİ, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul – 1963 s. 47-48)
Kur’an ve Hadis’in bahsetmediği mevzularda, bu konularla ilgili örf ve âdetler, Kur’an ve Hadis’in lâfız ve ruhunun hilâfına olmadıkları müddetçe kabul edilmesi veyahut devam ettirilmesi.
Bizzat Kur’an’ın Hz. Musa ve İsa ve diğer bir düzineden fazla peygamberlerin isimlerini sayarak: “Onların hidayetine (yoluna) uyunuz.” Şeklinde emir vermesi. (a.g.e. s.45)
Şüphe yok ki bütün bu örf ve âdetler, onlar hakkında Kur’an’ın ve Hadîs’in sükût ettiği ve hilafına hiçbir açık hüküm bulunmayan şeylere aitti. Fukaha (İslam hukukçuları) bu âdetleri mâkul (aklî) ve kıyas yoluyla doğru gördükleri ve Kur’an ve Hadîs’e uygun buldukları için kabul ettiler. (a.g.e. s. 47)
Hâsılı kelâm yukarıda geçen: “Hikmet (iyi, doğru ve güzel olan her şey) mü’minin yitiğidir. Nerede görse almalı.” Anlamındaki Hadîs çerçevesinde bakıldığında; tarih boyunca iyi, doğru ve güzel olan her şeyin nasıl İslâm’ın öz malı olduğunu anlıyor; verilen örnekleri bu Hadis ışığında yorumladığımız takdirde, anlatmaya çalıştığımız gibi, nasıl farklı bir mânâ taşıdığını hayretle görüyoruz.
Hocam merhum Midhat Sertoğlu (Başbakanlık Osmanlı Arşivi Eski Genel Müdürü):
“Zamanla giysisi hükmünde olan rejimi ve ismi değişse bile devlet; hukuken devam eder. Çünkü devlette devamlılık asıldır.” Derdi.
Nitekim herkesin aynı topraklarda, aynı mülklerde sahip ve malik oluş keyfiyeti devam ediyor. Sahip olunan mülklerin aynı ailenin elinde olarak, hukukî varlığı, geriye doğru uzayıp gitmektedir. Osmanlıdaki hukukî varlık; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de sürmektedir. İşte bu, devletin hukuken varlığının devam etmesidir.
Özetlersek: Osmanlı Devleti’nin sadece isim ve rejimi değişmiştir. Millet ise aynı millettir.
106
Yukarıda geçtiği üzere, ismin değişmesi özün değişmesi demek değildir.
Kısacası: Devlet, vasfını milletten almaktadır. Öyle ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne cephe almak açıkça millete karşı çıkmaktır.
Bu vahîm duruma düşmemek ise en büyük vatandaşlık görevimiz olmalı.