İslam dünyası, onbir ayın sultanı olarak nitelenen mübarek ramazan ayını yaşamaya başladı. Müslüman Türk milleti de bu ayın feyiz ve bereketinden faydalanmak için kendini ruhen ve bedenen tatlı bir inzivaya çekmiş durumda.
Din, bir ferdin hayatı boyunca uymak zorunda olduğu temel doğrultuyu ihtiva eden bir anayasa gibidir. Eğer bir insan dinin kendisine gösterdiği yolda yaşarsa hem kendi için dünyevi huzur bulur hem içinde yaşadığı toplumu olumlu olarak etkiler hem de Allah’ın izni ile ahiretini kazanır.
Ancak dünyamıza ve ülkemize bakınca çok vahşi bir hayat yaşadığımızı görüyoruz. Ve başımıza öyle şeyler geliyor ki, insanın inanası gelmiyor.
Camilerde kürsü sahipleri, genellikle kitabımız Kuran’ı okuyun ve dinleyin diye nasihatte bulunuyorlar. Elbette Kuran’ı okumanın ve dinlemenin büyük faydası vardır. Buna karşılık Kuran’ı gerçek anlamda yaşayın diye telkinde bulunan çok az. Aksi olsaydı Kuran’ı yaşayan toplumumuzda bu günkü arızaları görmek asgariye inerdi.
Bu sebeple karşılaştığımız musibetleri, Kuran ışığı altında cevaplayan ve yorumlayan yok gibi duruyor. Yorumlar genelde insanımız kandırmak, siyasal hedefleri tahakkuk ettirmek, sermaye hareketlerini kontrol etmek gibi nedenlerle yapılıyor.
Eğer böyle olmasaydı yanıbaşımızdaki komşumuz Irak’ta 2003’ten bu yana katledilen 2.000.000 milyon müslümanın hakkını arar ya da bırakın hakkını aramayı lafını eder olurduk.
Dünya nüfusunun neredeyse dörtte biri Müslüman ama bu Müslümanlar dünyanın zenginliğinden çok az bir pay alabiliyor. Neredeyse hıristiyan-yahudi ortaklığınca kontrol edilmeyen bir İslam ülkesi yok gibi. Ve bunlar bugünün meselesi değil. Yüzlerce yıldır önümüzde duruyor. İslam dünyasının uzak ve yakın geçmişi benzer tablolardan ibaret. Endülüs’ü konuşan kalmadı.
Zaman zaman Türk-İslam dünyasının önemli mütefekkirlerinden rahmetli Samiha Ayverdi’nin kitaplarını ve yazılarını tekrar tekrar okurum. Ayverdi’nin kitaplarında dünyaya geldiği 1900’lü yılların başından vefatına kadar geçen sürede Müslüman Türk’ün ve İslam dünyasının başına gelen olaylar, gerçekliğe sadık kalınarak büyük bir fikir namusu içinde anlatılır.
Samiha Ayverdi’yi okudukça emin olun ki, sanki bu günü yaşıyor gibi olursunuz.
Bölücülerin ve pkk’nın yaptıklarına bakınca, şehit çocuklarını aile fotoğraflarında görünce, fakirlerin azgınlaştığı mahallelere girince, kültürümüzün ve sanatımızın bazı mihraklarca yok edildiğini fark edince ve insanlarımızda ki yozluğu, şuursuzluğu ve bunlara bağlı küstahlığa bakınca yaşadıklarımızdan bir türlü gereken dersleri çıkaramadığımızı görüyoruz.
Oysa hastalığın ve tedavisinin çok aşikar olduğunu bir görebilsek!
Bakın rahmetli Ayverdi bundan tam 30 yıl önce : “…şanına uygun bir medeniyetin kurucusu olan Müslüman Türk devletini yıkmak Garb (batı) dünyasının hemen tek siyaset ihtirası olalı beri, topraklarımıza el birliği ile çarpan ve ülkelerimizi koparıp koparıp götüren dalgalar, iç düzenimizi de alt üst etmekten geri kalmadı. Şöyle ki, yükseliş ve medeniyet atılışlarımız duraklayıp devletçe bunu önlemek isteyen hamlelerle ne zaman derlenip toparlanma gösterecek olsak, derhal bir fitne bu ümidin başını ezer olmuştur.
Ne yazık ki, haçlıdan ve Yahudi den gelen bu sinsi müdahaleler daima içeride satın alınacak bir gafil, cahil ve menfaat düşkünü zümre bulup, perde arkasından çıkmadan planlarını gerçekleştirebiliyordu.” diye yazıyordu…. Bu gün değişen ne var?
Onun için değişmez hastalık aynen duruyor, tedavisi biliniyor ancak yüzyıllardır olduğu gibi milletimiz hastalığı teşhis edecek ve tedaviyi uygulayacak iradeyi gösteremiyor. Bu bir kader oldu.
Yine Samiha Ayverdi: “Milli hassasiyet, milli gurur belki de toptan tüfekten önce kazanılması gereken bir koruyucu müdafa silahıdır” diyerek bize yol gösteriyor. Fakat biz, milli hassasiyet ve milli gururu arada bulasın halindeyiz!
Hep birlikte idrak ettiğimiz Ramazan ayımız; Kuran’ı yaşayamayanlar, başımıza gelenleri Kuran’la tefekkür etmeyenler ve bir türlü yaşadıklarımızdan ders çıkartmayanlar için kaçırılmayacak bir fırsat olsun. Yoksa Müslüman Türk Milleti tarihte yaşadığı felaketleri bir kez daha yaşayacak.