1. MEVCUT DURUM:
Adına önce “Kürt Açılımı” denilen, sonra halktan gelen tepkiler üzerine “demokratik açılım” olarak değiştirilen ve en sonda “Milli Birlik Projesi” olarak sunulan, fakat büyük bir kesim tarafından “PKK Açılımı” olarak değerlendirilen, karanlık bir sürecin içine girilmiştir. 86. Yıldönümünü kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen ölçüde, milletin birliği ve bütünlüğü ile devletin bekasını tehdit eden gelişmeler yaşanmakta ve toplumu ayrıştırmanın alt yapısı hazırlanmaktadır.
Açılım süreciyle başlayan ve teröristlerin Habur’dan giriş yapmasıyla artan gerilim; Cumhuriyet Bayramı törenlerine yansımış, Atatürk’ün vefat ettiği 10 Kasım günü yapılan görüşmelerde devam etmiş ve 12 Kasım günü mecliste yapılan genel görüşmede ise tansiyon iyice artmıştır. PKK’nın 31’nci kuruluş yıl dönümü kutlamaları bahane edilerek DTP Teşkilatları ve Terör Örgütü Yandaşları tarafından yurt çapında yapılan eylemler nedeniyle de had safhaya varmıştır.
Bu süreçte Devlet olma şuurundan ve Millet olma bilincinden hızla uzaklaşılmakta, etnik ayrımlar öne çıkarılmakta ve toplum iki ana cephede kutuplaştırılmaktadır. Bazı çevrelerce demokrasi, insan hakları, iç barış gibi kulağa hoş gelen söylemler kullanılarak bin yıllık kardeşliğimiz bozulmaya çalışılmaktadır. Düğmeye basan iç ve dış şer odaklarının, halk indinde bir türlü taban bulamayan Kürt-Türk Ayrımını tetikledikleri ve Dersim İsyanını da kaşıyarak bizi parçalanmaya götürecek sıkıntılı bir süreci başlattıkları net olarak görülmektedir. Bazı siyasiler, sözde aydınlar ve bir kısım medya mensupları tarafından ülkenin gündemine iyice sokulan ve basında her gün yer alan demokratik açılım tartışmaları, insanları iyice germiş ve patlamaya hazır bomba haline getirmiştir. Türk Milleti tarihi bir kırılma noktası yaşamaktadır. Aklı selimin hakim olması gereken bu günlerde İktidar ve Muhalefet birbirlerini vatan hainliğine ve hakarete varan çok ağır sözlerle suçlamaktadır. Devletin ciddi kurumları ise birbirleriyle görüşüp meseleleri çözmek ve sağduyuyla hareket etmek yerine, medyanın önünde her gün kavga etmektedir.
Türk Ordusu gündem değiştirme malzemesi olarak kullanılarak zafiyete uğratılmaktadır. Yargı ve Emniyet Kuvvetleri Ümraniye Soruşturması ve tele kulak iddialarıyla zayıflatılmaktadır. Meclis Başkanı fırçalanarak TBMM’nin saygınlığı zedelenmektedir. Başıbozukluğun hüküm sürdüğü bu sisli ortamda tüm değerler aşınmakta ve ülkemiz hukuk devleti olmaktan, korku devleti olmaya doğru sürüklenmektedir.
Kandil Kampından gelen ve sözde pişman olarak dağdan inen 34 PKK’lı Terörist; Habur Sınır Kapısında Devletin Resmi Görevlilerince törenle karşılanmış ve DTP’nin düzenlediği abartılı gösterilerle adeta kahraman ilan edilmiştir. Barış için geldiklerini söyleyen bu insanların karşılanma şekli ve üzerlerindeki peşmerge kıyafetleri herkesi rahatsız etmiştir. Sonra şova dönüşen gösteriler yapılarak Diyarbakır’a gidilmiş ve burada sıkıntı yaratan bir miting düzenlenmiştir. Daha sonra da ülkenin her tarafında terör örgütünün desteklendiği gösteriler yapılmış ve PKK’nın kuruluş yıldönümü ile Apo’nun cezaevi şartları bahane edilerek toplumun tümünü huzursuz eden taşkınlıklarda bulunulmuştur. Tüm bunları teşvik ve destekleyen bir kısım medya kuruluşlarında; Apo hapisten çıkarılsın, devlet ona makam versin ve Diyarbakır’ın ismi Amed olarak değiştirilsin diye haddi iyice aşanlar bile olmuştur. Elbette Apo’nun örgüt üzerinde hala etkili olduğu ve DTP’nin PKK ile olan organik bağı da net olarak görülmüştür. Yapılan konuşmalar, atılan sloganlar ve açılan pankartlar Türk Milleti’nde ciddi bir endişe yaratmıştır.
Tüm bu yaşananlar; dağdan inme, terörden vazgeçme, silah bırakma, pişman olma ve eve dönüş değil, devlete ve millete dayatma ve meydan okuma sürecine dönüşmüştür. Yürütülen yanlış politikalar nedeniyle etnik bölücülük mevzi kazanmış, terörle mücadele yerine, müzakere yapılmaya başlanmış ve örgütün silahla yapamadığını siyasetle yapmasına fırsat verilmiştir. Talep edilenler bireysel-kültürel-demokratik haklar değil, oluşturulmak istenen bir azınlığın siyasi haklarını kullanma isteğidir ve gidişat çok tehlikelidir. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatma davası açılan fakat bir türlü sonuçlandırılamayan DTP bu dönemde, PKK ve Apo’nun müdahil olmadığı bir sürecin işlemeyeceğini söyleyerek ve özerklik taleplerini yineleyerek gerilimi iyice artırmıştır. DTP Güneydoğulu İnsanların teröristlerle aynı kefeye konulduğu ve PKK’nın bu vatandaşların sözcüsü olduğu gibi, çarpık bir zihniyeti de ortaya koymaktadır. Şehir merkezlerinde düzenlediği eylemlerde 18 yaşından küçük çocukları kullanması ise son derece yanlıştır ve insani değerlerle izah edilemez. Dünyanın hiçbir yerinde bizi değil, dağdaki teröristleri muhatap alın diyen ve terör örgütünü alenen destekleyen bir siyasi parti görülmemiş ve faaliyetlerine izin verilmemiştir. DTP Teşkilatları yurt genelinde “bir çok insana maddi-manevi zarar veren” eylemler yapmakta, teröristler için cenaze törenleri düzenlenmekte, taziye ziyaretlerinde bulunmakta, anıt mezarlar yapmakta, yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmekte, fakat devletin hiçbir birimi aslında suç olan bu hadiselere ses çıkartmamaktadır. Hatta bazı resmi görevliler ihanete varan bu faaliyetlere iştirak ederek, yapılanlara çanak tutmaktadır. Tüm bu yaşananlar içinde en çok tepki çeken konu ise; dağdan inen teröristlerin alışılmadık bir şekilde mobil mahkemeye çıkarılmaları ve “Önderimiz Abdullah ÖCALAN’ın emriyle barış sürecine katkı vermek için geldik, pişman değiliz” dedikleri halde; aktif pişmanlık yasasından istifade ettirilerek hemen salıverilmeleridir.
Tüm bunlar devlet mekanizmasının çürüdüğü, adli sistemin siyasallaştığı ve hükümetin güvenirliğini yitirdiği tartışmalarını başlatmıştır. Ülkenin uzun süredir kendi dinamitleriyle yönetilmediği, teslimiyetçi bir anlayışla hareket edildiği, dış müdahalelere açık hale geldiği ve tehlikeli mecralara sürüklendiği görülmektedir. Çünkü PKK’lıların bir günde yargılanıp serbest bırakıldığı bu süreçte Devlet; terörle mücadeleye katılan birçok asker ve polisi yargılayıp cezaevine atmış ve eski kuvvet komutanlarını şüpheli iddiasıyla sorgulamıştır.
Apo’nun yol haritası ve dağdan inenlerin Devlet Ricaline getirdiği 9 maddelik şartlı mektup da gündeme buz gibi oturmuştur. Bu süreçte ABD, AB, Irak ve DTP ile işbirliği yapan ve barışa hizmet ettiğini söyleyen Hükümet; bu bizim yol haritamız, Apo’nun değil demekte ve terör örgütüyle pazarlık yapılmadığını söylemektedir. Fakat ortada yol haritası yoktur. Sadece İçişleri Bakanı bazı kesimlerle ikili görüşmeler yaparak fikirlerini almakta ve konuşulanları halk medyadan izlemektedir. Görüşülen kişilerin güvenilirliği ise tartışmalıdır. Elbette ortada savaş olmadığı için hükümet tarafından sıkı sık kullanılan barışa hizmet ediyoruz söylemi de son derece sakıncalıdır ve önümüzdeki yıllarda bizi uluslararası arenada “Ermeni Soykırımı suçlamalarında olduğu gibi” Kürt Soykırımı iddialarıyla karşı karşıya getirebilir. Ciddi bir yönetim boşluğunun oluştuğu ve güven bunalımının yaşandığı bu tehlikeli süreçte MHP ile CHP milli bir duruş göstererek halk adına tepki vermekte ve aslında emperyal güçlerce oynanan çirkin oyunu bozmaktadır.
Hükümetin Mecliste yapılmasını teklif ettiği gizli oturum muhalefet partilerince kabul edilmemiş, ikili görüşme daveti ise konuşmaların kayda alınması istendiğinden gerçekleşmemiştir. Mecliste yapılan açık görüşmede ise ortaya bir yol haritası konulamamış, sadece genel başkanlar birbirlerine ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Yani ucu açık olan bu süreçte hiç kimse hükümete güvenmemektedir. Elbette bunda Başbakan’ın Amerika’da söylediği “acele etmeyin, tüm bunları hazmettire hazmettire kabul ettireceğiz” sözlerinin de büyük etkisi vardır. Kamuoyunda Hükümetin; ABD ve AB Ülkeleri tarafından desteklenen ve daha hızlı davranılması telkin edilen “Ermeni, Kürt ve Kıbrıs Açılımı gibi” adımları gizli-kapaklı atmaya çalıştığı ve diğer siyasi partileri de buna ortak etme çabası içine girdiği düşünülmektedir. Bu arada şimdiye kadar “bir millet iki devlet” olarak gördüğümüz Azerbaycan’la ilişkilerin de gerilmesi, süreçle ilgili soru işaretlerini artırmıştır. Toplumun açılım sürecine büyük tepki göstermesi ve yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oylarının hızla aşağı inmesi üzerine, gündemi değiştirmek için medyaya yine “İrticayla Mücadele Eylem Planı, Albay Dursun ÇİÇEK’in ıslak imzalı mektubu ve meçhul askerin mektupları” servis edilmiş ve basında Ümraniye Soruşturmasıyla başlatılan TSK’ni karalama kampanyaları hız kazanmıştır. Hemen bir yerlerde yeni silah, cephane ve dokümanlar bulunmuş, Türk Milleti her zamanki gibi maniple edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu defa Türk Ordusu yargısız infaz edilmekte ve Komuta Kademesi hakarete varan sözlerle çok ağır bir şekilde eleştirilmektedir.
TSK’ne karşı adeta bir kısım medya destekli “İstanbul’un işgal günlerini hatırlatan” asimetrik/psikolojik harp yürütülmektedir. Bazı çevrelerce, dünyanın en güçlü ordularından biri olan ve PKK ile mücadele nedeniyle büyük bir savaş tecrübesine ulaşan TSK; Yeniçeri ocağına benzetilmekte ve Sultan İkinci Mahmut döneminde olduğu gibi yeni bir “Nizam-ı Cedit Ordusu” kurulmasını önerilmektedir! Devleti bölüp, milleti ayrıştırmak isteyenlerin; vatanımızı-milletimizi ve namusumuzu koruyacak son kale olan ve halkın güvendiği kurumların başında gelen TSK’ne hücum etmeleri ve onu yıpratmaya çalışmaları, aslında son derece doğaldır. Fakat devletin buna neden göz yumduğunu anlamak mümkün değildir! Çünkü böyle çok yönlü ve planlı-programlı bir karalama kampanyasının, hükümet desteği olmadan yürütülmesi imkânsızdır.
Sonuç itibariyle Türk Milleti; emperyal güçlerce desteklenen bölücü terör örgütü ve yandaşlarının kırsalda ve şehirlerde düzenlediği acımasız eylemler nedeniyle, ciddi bir güvenlik endişesi duymaya başlamıştır. Fidan gibi gençler ve masum insanlar katledilmekte, karakollar basılmakta, yollara mayın konulmakta, araçlar yakılmakta, camlar kırılmakta, iş yerleri tahrip edilmekte, sağa-sola Molotof Kokteyler atılmakta ve herkese maddi-manevi zarar verilmektedir. Yurdun tüm yörelerinde yapılan Şehit Cenazeleri insanları derin acılara gark etmekte, Gazilerin görüntüleri vicdanı olan herkesi üzmekte, babalar-analar, geride kalan dul ve yetimler ağlamakta, ağıtlar yakılmakta, duyulan ızdırap türkülere-şiirlere yansımaktadır. Ülkenin kıt kaynakları heba edilmekte ve terörün maliyeti yüzünden sefalet çekilmektedir.
Toplum büyük bir panik halindedir ve yarınlarından emin değildir. Şehit Yakınları ve Gaziler ise kendilerini aldatılmış hissetmekte ve duygularını Övünç Madalyalarını yerlere atarak veya valiliklere iade etmeye çalışarak dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ancak son dönemlerde teröristler ve yandaşlarına karşı son derece sabırlı olan kolluk kuvvetleri, kimseye zarar vermeden demokratik tepkilerini gösteren ve ellerinde Türk Bayrakları olan insanlarla, tekerlekli sandalyede oturan Gazileri itip kakmışlardır. Bu büyük bir aymazlıktır. Peygamber Efendimiz “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” demişlerdir. Halkın hükümet tarafından yürütülen yanlış politikalara milli refleks göstermesi son derece normaldir. Herkes olan biteni kendisine göre yorumlamış ve şapkasını önüne koyarak ne yapacağını düşünmeye başlamıştır. Çünkü Habur’dan alkışlarla giriş yapan insanlar “Mekke’den dönen hacı kafilesi veya askerden gelen Mehmetçik” değildir. Bunlar eli kanlı teröristlerdir.
İçinde bulunduğumuz süreçte T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi inkar edilmekte, resmi politikaları değiştirilmekte, Ulus Devlet yapısı sorgulanmakta, ülkede 36 etnik kimlik olduğuna dem vurulmakta, etnik kimliklerin azınlık olarak tanınmasına ve Anayasa teminatı altına alınarak siyasi ve hukuki statü kazandırılmasına çalışılmakta, sonuç itibariyle bir milletten iki millet yaratma arayışları hız kazanmaktadır. Bu hain oyunun nihai hedefinin ise “hür ve bağımsız olan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan, güçlü bir ordusu bulunan, tek millet-tek devlet esasına dayanan ve üniter bir devlet olan” Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik, bölünmez bütünlük ve egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ve anayasa değiştirilerek çok kimlikli, çok milletli ve çok dilli federatif bir devlet yapısının Müslüman-Türk Milleti’ne dayatılarak kabul ettirilmesi olduğu açıkça görülmektedir. Türk Milletinden adeta Anadolu’daki 1000 yıllık egemenliğinin devri istenmektedir.
İçinde bulunduğumuz vahim durum, Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan son Osmanlı Hükümetlerinin içine girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Çünkü Batılı Devletler tarafından önümüze “Kıbrıs Sorunu, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı, Ruhban Okulu ve Patrikhanenin ekümenikliği” gibi tarihi meseleler aynı anda konulmuştur. LOZAN’ı delik deşik eden ve SEVR’i yeniden hortlatan bu durumu görüp halkı uyarmak isteyen siyasi partiler, kurum ve kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve gerçek aydınlar da; SEVR Paronayası içinde olmakla ve sözde demokratik açılıma destek vermemekle suçlanmaktadır. Başbakanlığa bağlı olarak kurulan TİB ise, Abdülhamit Döneminde görülen jurnallemeyi andıran faaliyetler içine girmiş ve yaptığı dinlemelerle ülkeyi karıştırmıştır. Bu ve benzer yöntemlerle toplum kontrol altında tutulmakta, önderlik kapasitesi olan kişiler baskı altına alınmakta ve Türk Milleti’nin refleksleri kırılmaktadır.
Elbette Başbakan tarafından 12 KASIM 2009 günü mecliste yapılan genel görüşmede ifade edildiği gibi; Güneydoğu Meselesi ciddi olarak ele alınmalı ve millet iradesinin tezahür ettiği Gazi TBMM’nde; toplumun tüm kesimleriyle devletin tüm birimlerinin görüşleri alınarak ve hissiyattan uzak realist bir anlayışla görüşülerek çözülmelidir. Bir milleti küllerinden ayağa kaldıran bu şanlı meclis, ülkenin tüm meselelerinin görüşüleceği zemin olmalı ve akan kanı durdurmalıdır. Şimdiye kadar OHAL, sıkıyönetim vb. uygulamalarla çözülemeyen mesele; demokrasi içinde çözülmeli, temel hak ve özgürlükler korunmalı ve hukuk çerçevesinde kalınmalıdır. Ülkenin ve milletin enerjisi iç ve dış tehditlerle boğuşarak ve kısır tartışmalarla çekişerek yok edilmemeli, popülist politikalar ve gündelik meselelerle uğraşarak vakit kaybedilmemelidir. Düşman üretilmemeli, vehimlere kapılınmamalı, büyük düşünülmelidir. Elbette içinde bulunduğumuz bilgi çağında değişim de çok önemlidir ve radikal adımlar atılmalıdır. Hükümetin bu görüşlerine hiç kimsenin itirazı yoktur.
Ancak unutulmamalıdır ki bu topraklarda “T.C. Devleti’nin kırmızı çizgileri, Müslüman-Türk Milleti’nin ise hükümranlık hakları” vardır ve bunlar anayasayla güvence altına alınmıştır. Açılım sürecinde bu hak ve çizgiler korunmalı ve Türk Milleti’nin içinde bulunduğu hassasiyet dikkate alınmalıdır. Aksi ciddi gerilimler yaratır ve ülkeyi belirsizliğe sürükler. Herkes iç ve dış şer odaklarının işbirliği içinde bizi bölüp-parçalamaya uğraştığının farkındadır ve buna güçlü bir itiraz vardır. Bu milli refleksi yok sayanlar büyük yanılgı içindedir. Hiç kimse günlük olaylara fevri tepki göstermeyen ama ortaya çıkan meseleleri soğukkanlılıkla izleyen Türk Milleti’ni, kandırdığını da düşünmemelidir. Şanlı Türk Tarihi bunun en büyük ispatıdır. Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.” sözleri unutulmamalı ve toplumun tasvip etmediği adımlar atılmamalıdır. Güneydoğu Meselesi de önce Devlet Politikası haline getirilmeli ve Türk Milleti’nin güvendiği bir hükümet tarafından, herkes tarafından kabul edilecek adımlar atılarak çözülmelidir. Dolayısıyla hükümet tarafından açılım süreci derhal durdurulmalı ve Türkiye normalleştirilerek erken seçime götürülmelidir. Türk Milleti de sandık önüne konulduğunda tüm bu olan biteni iyi değerlendirerek, gereğini yapmalıdır.
12 Kasım günü mecliste yapılan görüşmede MHP Gn. Bşk. Devlet BAHÇELİ “Türkleri Anadolu’dan atma hayali günümüze kadar ulaşan vazgeçilmez bir emeldir. Bir sır gibi taşıdıkları amaçları gerçekleştirmenin yollarını her fırsatta aramışlardır. Bunun adı tarihi şark meselesidir ve tarafları bellidir. Bir yanda Türk milleti bir yanda yedi düvel. Bir yanda inançlarımız ve bayrağımız diğer yandan haçlı zihniyeti. Bugün adının, maskelerinin değişmiş olması emellerini değiştirmemiştir. Coğrafyamız tartışılırsa milletimiz, milletimiz tartışılırsa devletimiz, devletimiz tartışılırsa bayrağımız, bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır. Bu vatan bundan bin yıl önce gerçek sahibini bulmuştur. Aradan geçen 10 asır, büyük bir milleti ortaya çıkarmıştır. Bunun adı Türk Milletidir. Bizleri bir araya getiren acılarımız, anılarımız, zaferlerimiz ve coşkularımız olmuştur. Bin uzun yılda, kız alıp vermiş, fetihlere katılmış, işgale direnmiş, birlikte üzülüp sevinmiş ve gülmüşüzdür. Evlatlarımız bu değerle şehit olmuştur. Bizi bugüne getiren kökenimiz, mezhebimiz, inancımız ne olursa olsun bizim adımız Türk Milletidir. Son 200 yılda yaşanan oyunların çoğu bizi Anadolu’dan göndermek için yapılmıştır. Gün birleşme günüdür. Bütünleşme günüdür. Kucaklaşma günüdür. Ve bu birleşme ancak Büyük Türk Milleti adresinde ve Ay Yıldızlı Bayrağın altında olabilir. Hiç kimse başka adres aramamalıdır. Bu ülke bizimdir. Verilecek toprağımız, terk edilecek ilimiz, çizilecek sınırımız, bölünecek devletimiz, paylaşılacak vatanımız, indirilecek bayrağımız, susturulacak ezanımız, vazgeçilecek insanımız, gidilecek yurdumuz, yerleşecek başka coğrafyamız yoktur.” tarihi sözleriyle herkesi uyarmış ve aklı selime davet etmiştir. Verilen mesaj nettir ve herkes aklını başına devşirmelidir.
Sonuç itibariyle Hükümet tarafından yürütülen çatışmacı ve ayırımcı anlayış halkın gerilim ve öfkesini yükseltmiş ve küçük bir kıvılcımın büyük patlamalara neden olabileceği toplumsal bir hassasiyet doğurmuştur. Gelinen noktada bölücüler zafer havasında, Türk Milleti ise kaygı içindedir. Teröristlerin teslim olmaya değil, teslim almaya geldiği söylenmektedir. Terör adeta dağdan ovaya inmiştir. Tüm bu olup bitenler sinir uçlarına basılan Türk Milletini derinden yaralamış ve sosyal patlamanın eşiğine getirmiştir. İzmir olayları bunun en büyük göstergesidir. Osmanlı’nın parçalanma sürecinden beri hiçbir dönemde etnik ayrılık bu kadar gündeme getirilmemiş ve insanlar kimlikler ön plana çıkartılarak bu kadar rahatsız edilmemiştir.
Son İstiklal Savaşı Gazisi rahmetli olduktan sonra toplumun yaşadığı travma ve uğradığı hafıza kaybı dikkat çekicidir. Bir etnik grubun meseleleri sürekli olarak gündeme getirilir ve yapılan ırkçı taşkınlıklara göz yumulursa; bundan ülkenin diğer insanları rahatsız olur ve savunma refleksi içine girer. Bu reaksiyonda da ALLAH korusun bizi önce çatışmaya, sonra bölünmeye götürür ve son derece tehlikelidir. Dolayısıyla herkes bundan sonra yapılabilecek tahriklere dikkat etmeli ve bu hassas ortamda gerilim-tartışma ve çatışmadan uzak durmalıdır. Unutulmamalıdır ki; Türk Milleti’nin gösterdiği öfke ve tepki nedeniyle şimdilik geri adım atılmıştır. Fakat Türkiye’yi çözülmeye sürüklemek isteyen aktörlerin, kısa bir mola ve durum değerlendirmesinden sonra yeni oyun ve tuzaklar eşliğinde ortaya çıkacakları beklenmeli ve önümüzdeki süreçte daha dikkatli ve uyanık olunmalıdır.
2. TARİHİ SÜREÇ
Elbette tüm bu olan bitenler yeni değildir ve tarihi kökleri vardır. Osmanlı 14 Temmuz 1683’de icra edilen II. Viyana Kuşatmasında hezimete uğrayınca; Türklerin yenilmez olmadığını gören Avrupa tüm unsurlarıyla karşı hücuma kalkmış ve devletin içindeki tüm etnik, dini ve mezhepsel unsurları ayaklandırmıştır. Bu savaş sonucu gerileme devrine girilmiş ve parçalanma süreci başlamıştır. Ermeni ve Kürt Terör Örgütlerinin toprak ve ayrılık talepleriyse, Osmanlıyı oluşturan diğer unsurların Fransız İhtilalinin etkisiyle 18. Yüzyılda başlayan hürriyet istekleriyle eş zamanlı olarak ve birlikte başlamıştır. Siyasi Kürtçüler tarafından irili ufaklı birçok ayaklanma çıkartılmış ve hepsi de bastırılmıştır. Tüm cephelerden saldıran Emperyal Devletlerle yapılan savaşlar esnasında çıkan iç ayaklanmalar neticesinde; 1815’de Sırbistan, 1830’da Yunanistan, 1862’de Romanya ve 1882’de Bulgaristan bizden ayrılmıştır. Bu arada Fransa 1830’da Cezayir’i-1881’de Tunus’u, İngiltere 1878’de Kıbrıs’ı-1882’de Mısır’ı, Avusturya 1878 sonrası Bosna-Hersek’i ilhak etmiştir. Tam bir kaosun yaşandığı Osmanlı Topraklarında Gayrimüslimler dışında kalan Müslim Unsurlarda misyonerlerin etkisiyle kıpırdanmaya başlamış, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde “İmparatorluğu tasfiye etmeye karar veren Ruslar-İngilizler ve Fransızların da kışkırtmalarıyla” bir çok aşiret ve şeyh ayaklanmaları görülmüştür.
Büyük çapta ilk isyanı Babanzade Abdurrahman Paşa 1806’da başlatmış ve bu isyan 1808’de bastırılmıştır. İkinci isyan yine Babanzadeler’den Ahmet Paşa tarafından 1812’de çıkartılmış ve kısa sürede bastırılmıştır. Daha sonra 1820’de Zaza Aşiretleri, 1832’de Mir Muhammed İsyanları olmuş ama alınan tedbirler sonucu sona erdirilmişlerdir. Bölgedeki Yezidiler de 1830’da ayaklanmışlar ve devleti üç yıl meşgul etmişlerdir. Kör Mehmet Paşa 1830’da “Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanının devam ettiği sırada” Erbil-Şirvan-Bredost-Altınköprü ve Musul Bölgelerinde ayaklanma çıkartmıştır. 1834 yılına kadar devam eden bu isyan da Mehmet Reşit Paşa tarafından bastırılmıştır. 1843’de başlayan Bedirhan Bey İsyanı da, 1847’de Anadolu Ordusu Müşiri Topal Osman Paşa tarafından bastırılmıştır.
Daha sonra Sultan II. Abdülhamit tarafından, Rusya ve İngiltere’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde yürüttüğü Bölücü Ermeni ve Kürt Politikaları nedeniyle, yörenin müdafaa ve asayişine katkı sağlamak maksadıyla, 1891 yılından itibaren, çoğunluğu aşiret gençlerinden oluşan “Hamidiye Alayları” kurulmuştur. Hamidiye Alayları 1893 Ekiminde patlak veren ve fasılalarla 1894 Ağustosu’na kadar devam eden Sason ve 1896 Van Ermeni isyanlarının bastırılmasında büyük başarı sağlamışlardır. Bu alaylar II. Meşrutiyet sonrası lağv edilmiştir.
1913 yılı başlarında Hoy’da faaliyet gösteren, Rusya tarafından desteklenen ve Ermeni Komitacılarla işbirliği içinde bulunan “Gehandeni” cemiyeti, daha sonra Abdurrezzak Bedirhan başkanlığında “İrşad” adıyla teşkilatlanmış ve bölgede bir takım zararlı faaliyetlerde bulunmuştur. Abdurrezzak Bedirhan Rus Şarkiyatçılarıyla görüşerek, Petersburg Bilimler Akademisi bünyesinde bir Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmasına önayak olmuş ve 22 Ekim 1913’de Hoy’da ilk Kürt Okulunu faaliyete geçirmiştir. 1913 İlkbaharında Rusya’nın da desteğiyle büyük bir isyan başlatmayı planlayan ve Siirt’in Şirvan İlçesi merkez olmak üzere, bir Kürt Devlet’i kurmayı kararlaştıran teşkilat mensupları, Devletin ihaneti tespit etmesiyle dağıtılmışlardır. Ancak İrşad mensuplarından Bitlisli Molla Selim isyanı gerçekleştirmek için Rusya’dan yardım istemiş, Muş yakınlarındaki Surp Garabet Ermeni Manastırında Taşnak Liderlerinden Vartan Vartabet ile görüşmüş ve birlikte hareket etme konusunda anlaşmış, İstanbul’daki Ermeni Patriğinden destek almış ve 1-2 Nisan 1914’de Bitlis’e saldırarak ayaklanmayı başlatmıştır. Bölgenin nüfuzlu din adamlarından Şeyh Şahabettin ile Şeyh Said Ali’nin de isyanı desteklemesi üzerine yayılma eğilimi gösteren Molla Selim isyanı, Miralay İhsan Bey tarafından bastırılmıştır. Molla Selim ve Arkadaşları ise Rus Konsolosluğuna sığınmışlar ve daha sonra teslim alınarak idama mahkûm edilmişlerdir. Yani isyan Rus konsolosluğunda başlamış ve orada bitmiştir.
Daha sonra Irak’ın Kuzeyinde, bölgede bağımsız bir Kürdistan kurmayı amaçlayan Heviya Kurd (Kürt Ümidi) adlı bir cemiyet kurulmuş ve Rusya’nın yardımlarıyla 1908’de Şeyh Abdüsselam Barzani liderliğinde isyan çıkartılmıştır. 1914 yılına kadar süren isyan Şeyhin yakalanmasıyla sonuçlandırılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm cephelerde savaştığı bu sıkıntılı dönemlerde ayrıca “Batılı Devletler tarafından kışkırtılan” Hınçak-Taşnak gibi Ermeni Kuruluşları, Pontus-Mavri Mira gibi Rum Kuruluşları ve Arap Milliyetçi kuruluşlarıyla da bir hayli uğraşılmış, gittikçe artan zararlı faaliyetleri nedeniyle Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti de şubeleriyle beraber kapatılmıştır.
I. Dünya Savaşında yenilen Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında, Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, 30 Ekim 1918 akşamı, Limni Adası’nın Mondros Limanı‘nda demirli Agamemnon Zırhlısında, Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasını müteakip 200 kişilik bir İngiliz Müfrezesi Samsuna çıkmış, İngilizler Urfa, İtalyanlar ise Antalya’yı işgal etmişlerdir. 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Sulh Konferansında ise taksim projeleri görüşülmüş ve 30 Mart 1919’da Ermenistan, Kürdistan, İtalyan, Fransız ve İngiliz Bölgeleri yanında, İzmir ve civarının da Yunanlılara verilmesi kabul edilmiştir. Paris Barış Konferansında, Ermeniler adına Aboronyan ve Bogus Nubar Paşa, Kürtler adına Şerif Paşa isteklerini İtilaf Devletlerine kabul ettirmek için büyük çaba harcamışlar ve Doğu Vilayetlerinin Ermeni ve Kürt Bölgelerine bölünmesi konusunda anlaşma sağlamışlardır. Şerif Paşa konferansa verdiği muhtırada; Diyarbakır, Harput, Bitlis, Musul ve Urfa Sancaklarının birleştirilmesini ve bu topraklar üzerinde bir Kürt Devleti kurulmasını istemiştir. Kürt Şerif Paşa ayrıca 20 Kasım 1919’da Ermeni Nubar Paşa ile Kürt-Ermeni Antlaşması imzalamıştır. 10 Ağustos 1920’de imzalanan fakat Ankara’da bulunan Hükümet tarafından kabul edilmeyen Sevr Antlaşması’nın; 62, 63 ve 64. maddeleri bu istekler doğrultusunda hazırlanmış ve Kürdistan Teali ve Teavün Cemiyetinin tarihi emelleri büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Cemiyetin Reisi Seyyid Abdulkadir ise; Osmanlı Devletinin haklarını müdafaa için gönderildiği Sevr’in imzacıları arasında bulunmuş ve vatana ihanet etmiştir.
Bu süreçte “işgal kuvvetleriyle işbirliği yapan” Rum, Ermeni ve Kürt Teali Cemiyetleri, ülkeyi parçalama amacına yönelik çabalar içine girmişler, fakat Karadeniz Bölgesinde Pontus, Doğu Anadolu’da ise Ermeni çetelerine karşı; Milli Cemiyetler ile Kuvay-i Milliye Teşkilatları örgütlenmiş ve mukabelede bulunmuştur. 9. Ordu Komutanlığı Müfettişliğine tayin olan Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla da Milli Mücadele başlamıştır. Önce Amasya, sonra Erzurum kongresi yapan Atatürk’ün başlattığı Milli Mücadeleyi engellemek isteyen İngilizler harekete geçmişler ve Sivas Kongresi esnasında; başlarında Elazığ Valisi Ali Galip Bey, Bedirhan Oğullarından Celaded ve Kamran Ali kardeşler ve İngiliz İstihbarat binbaşısı Noel’in de bulunduğu bir güçle Sivas Kongresini basmak istemişlerdir. Durumu öğrenen Atatürk’ün verdiği emirle, 15. Alay Komutanı İlyas Bey yeteri kadar kuvvetle Elazığ’dan Malatya üzerine y&