Cumhuriyetimizle Nereden Nereye?

100

Bir yerin gelişmişliği, başkasına göre değil; kendi geçmişindeki durumuna göre değerlendirilmelidir. Aksi takdirde hep kötümser, bedbîn ve ümitsiz oluruz.

Meselâ Van şehrininbugünkü durumunun değerlendirilmesi yapılırken; Van şehrini Paris’le karşılaştırırsak netîce hep hüsran olmaya mahkûmdur. Karşılaştırma  Van’ın on sene, yirmi sene, 30 – 40 sene önceki hâline göre olmalı.

Çünkü ancak bu durumda ne iken ne olduğu anlaşılır. Bundan gurur duyulur. Eksikliğine  bakılarak yeni gayretler gösterilmeye başlanır.

İşte ancak bu şekilde, kendi geçmişimize bakarak ilerlediğimizi görüp sevinir; ileri ülke şehirlerine bakıp gıpta ederek, onlar gibi olmak için ümitle dolup taşarız. Geleceğe yelken açmak cesaretini kendimizde buluruz.

Eğer bir ırmaksak, akacağız demektir. Sonra mecramız da olmalı. Dahası mecramızın sonunda kavuşacağımız bir deryamız da bulunmalı. Yani ne olmamız lâzım geldiğini, ancak ne olduğumuzun idrak ve bilinci tâyin ve tesbit edebilir.

Çünkü nereye gideceğini bilenler, nereden geldiğini bilenlerdir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve müttefiklerinin safında hasbe’l-kader yer aldık. Her cephede şerefle çarpıştık. Fakat müttefiklerin yenilgisi neticesinde biz de hükmen mağlup sayıldık.

İşte bugünkü Türkiye Cumhuriyeti; kolu kanadı kırılmış, daralmış ve budanmış böyle bir bedenden yeniden filizlenip canlanmış. Kökü mazide, yepyeni bir oluşum sergileyen bir ülkedir.

700 yıllık cihangir bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti 1918 yılında bölündü, parçalandı. Gâlip devletlerce birbirlerine peşkeş çekildi. Fakat destanımsı bir diriliş ve yeni bir hüviyetle yâni Cumhuriyet olarak yeniden doğmasını bildik.

Eskiler bilir. 50 sene öncesine kadar Van gölü çevresinde oto yolu yoktu. Meselâ Edremit – Vanarası kağnı ile kat’ edilirdi. Bundan dolayıdır ki, Van gölü çevresinde ulaşım için gölden istifade edilirdi. Eskiden kalma iskeleler bunun somut kanıtları olarak o günleri bizlere hâlâ hatırlatıp durmaktadır.

Cumhuriyet’in ilk yılları. Van şehrinde günlerce komada yatan bir hastanın, kendine gelir gelmez, dudaklarından dökülen ilk kelime  “şeker”  olur! Fakat koca şehirde şeker yoktur. Oraya buraya koşulur, nihayet zamanın  -güya-  varlıklı bir ailesinde bir köşede ilaç gibi saklanan ve nâdir günler için muhafaza edilen şekerden bir parça güç belâ alınarak hastanın, belki de son arzusu yerine getirilir.

Doğu’da  “kırklama şeker”  tâbiri, o günlerin hatırasını saklar. Çok kıymetli ve az bulunan şeker, ağızda bir şekilde tutulur; içilecek çayların ancak ona temasına fırsat verilir. Böylece küçük bir şeker parçasıyla, çay içme boyunca idare edilirdi. İşte bu, şeker yokluğunun veya kıtlığının bugünlere yâdigârından başka bir şey değildir. Hiç şeker olmadığı zamanlar bu vazifeyi üzüm kurusuna yaptırdıkları ise, hâlâ hatıralarda yerini muhafaza etmektedir. Ya bugünler. Ne diyelim Allah bugünleri aratmasın.

Her fırın önünden geçişte, yükselen mis gibi, buram buram tüten taze ekmek kokusu beni mest eder. Dudaklarım şükreden dualarla kıpırdar; hafızam da beni, değil dedelerimizin, babalarımızın bulamadığı ekmeksiz geçen günlere götürür ve içim burkulur. Çünkü onlar ancak  – o da bulabilirlerse –  süpürge tohumları yiyebildiler.

50 sene öncesine kadar Anadolu’da birkaç ana yol dışında yol yoktu. Onun içindir ki önce

180

denize ulaşılmaya çalışılır. Sonra da ne zaman geleceği meçhul; yolcu vapuru değil yük gemisi beklenirdi. Binbir zorluklarla kıyı şehrine ulaşan yolcular günlerce iskelede, taşlar üstünde yatar kalkar  -vapuru değil-  gemi veya şilebin gelmesini beklerdi. Çünkü çoğunun  -eğer otel denilebilecekse-  otelde kalacak kadar  parası yoktu. Parası olanların da eğer bitli değillerse otellerden bit kapmaları kaçınılmazdı.

Nitekim yirminci asrın başlarında Güney-Doğu Anadolu’dan İstanbul’a gitmek için önce Beyrut’a gidilir, oradan da vapura binilerek İstanbul’a varılırdı. Kuzey-Doğu Anadolu’dan Batı Anadolu’ya veya İstanbul’a çıkış kapısı ise Trabzon limanıydı.

Oysa bugün Türkiye’nin her noktasından uçak rahatlığında, kendi yaptığımız otobüslerle asfalt yollardan Türkiye’nin bir ucundan diğerine, mükellef ve mükemmel tesislerde mola vererek 24 saatte varılabiliyor. Bu da yetmiyor hava ağıyla yurdumuz örümcek ağı gibi örülmekte, yolculuk kara taşımacılığından sür’atle hava yoluna doğru bir kayış göstermektedir.

1955’lerde bile Anadolu’nun değil köylerinde, kasabalarında dahi, onları vilayetlerine bağlayacak asfalt yollardan mahrumdular. Tozlu yollarda her an otobüs bulmak da mümkün değildi. Üstü çadır beziyle örtülü, balık istifi bindirilmiş kamyonlarla ancak yolculuk yapılabiliyordu. Yollar ise modern köprülerden yoksundu.

Meselâ Ordu-Mesudiye arasında köprü olması lâzımgelen yerlerin iki yakasına, sadece tekerlekler için uzun iki mertek uzatılmıştı. Köprü vazifesini bunlar görüyordu. Köprüye gelindiğinde kamyon durur. Yolcular aşağı indirilir. Muavinin kılavuzluğu ile şoför  tekerlekleri, binbir dikkatle, âdeta ecel terleri dökerek; o iki kalasın üzerinden geçirirdi. Yolcular bu tehlikeyi savdıktan sonra yeniden kamyona biner ve yola koyulurlardı .

Meselâ ben 1955’te Mesudiye’den böyle bir kamyonla, bozuk yollardan, öylesi köprülerden geçerek toz toprak içinde, yarım günde, bir gece yarısı Ordu’ya geldiğimi ve iskelede birkaç gün taşlar üstünde gecelediğimi, daha sonra ufukta demirleyen gemiye mavnalarla, balık istifi nasıl ulaştığımı hiç unutamam.

Şimdilerde üç saatte alınabilecek bir yol, o zamanlar 12 saatte ancak kat’ edilebilirdi. Ne hikmetse, kaportası tahta / ahşap olan mazotlu otobüsler bir gece dinlenmeden yola devam edemezdi. Yol güzergâhında ise şimdiki gibi modern dinlenme tesisleri yoktu.

Değil dedelerimiz, biraz yaşlıca babalarımız bile Cumhuriyet’in ilân edildiği yıllarda Anadolu’nun birçok yerlerinden İstanbul’a yürüyerek ancak bir ayda gidebilmişlerdi. Hattâ Hakkari’den Van’a  -şimdilerde otobüsle 3-4 saatlik olan yolu-  yürüyerek 24 günde kat’ edenler vardı. Nitekim rahmetli babam Mesudiye’den İstanbul’a yürüyerek, ancak bir ayda ne meşakkatlerle gittiğini, anlata anlata bitiremezdi.

İşgal İstanbul’unda günlerce aç kalan merhum babamın, Mehmet Muhsin Paşa’nın yâdigârı köstekli gümüş saatini bir çeyrek ekmek için gözünü kırpmadan verdiğini  ve bunun için asla pişman olmadığını kaç kere gözleri yaşararak anlattığını hiç unutmam.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Erzurum civarında askerlik yapan ve kaskatı peksimetlerden usanmış  -şimdi merhum-  İspirli yaşlı birinin; manevra esnasında bir köylü tarafından kendisine verilen sıcak ekmek ve bir parça peynir karşısında şaşırarak; hem ekmek hem peynir! Bu nasıl olur? İki bulunmaz nimet yan yana! Olacak şey değil; peynir benim neyime  diyerek peyniri fırlatıp büyük bir iştahla, gözlerini hayretten açılmış bir şekilde sadece sıcak ekmeği, dünya onun olmuşcasına nasıl keyifle yediğini bir anlatması vardı ki, gerçekten görülmeye değer trajik bir manzara idi.

Askerliğini Erzurum’un zor, uzun ve çetin kış şartlarında yapan büyük amcam, gerektiğinde yıkanmak için, dışarıda buzları kırmak zorunda kalarak  nasıl titreye titreye yıkandığını

181

anlatırken bir tuhaf  olurdu karşımızda.

Benim çocukluğum İsta

nbul’un Kumkapı semtinde geçti. İkinci Dünya Savaşı’nın sona yaklaştığı yıllar. Ben çocukluğumda et yediğimi hatırlamıyorum. İşin ilginç yanı meyva yediğimi de anımsamıyorum. Hem şimdiki gibi, bizleri kışın meyvasız bırakmıyacak soğuk hava depoları yoktu. Hem de memurların aldıkları para, belli ki buna imkân vermiyordu.

Hiç unutmam bir defasında babam beni çarşıya göndermişti. Tahin-pekmez almaya. Dört kişilik aile için alabildiğim tahin-pekmez; ancak küçük maşrabanın dibinde birkaç parmak kalınlığında yer tutacak kadardı.

1976-77 yılları. Ergani şehir parkında taksi durağı önünde oturuyordum. Bir müşterinin taksiye binmesiyle inmesi bir oldu. Bu duruma şaşıran şoföre merakla sorduğumda, müşterinin; arabada teyp olmadığı için taksiden indiğini söylemez mi? İşte bütün eksikliklerimize rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin geldiği nokta.

Çocukluğumda nasılsa dikkatimi çeken bir husus da, su bardaklarımızın altında  “Made in France”  yazılarının olmasıydı. Demek ki o zamanlar, su bardağını bile ithal etmek zorundaydık.

Dahası yine Cumhuriyet sonrası dönemlerde bir ara Fransa’dan kiremit bile ithal ettiğimiz olmuştur. Bu hususlar zamanın gazetelerinde görülebilir.

İstanbul’daki zengin evlerine ilk buzdolapları 30’lu yıllarda girmeye başlamış; 50’li yılların başlarında ancak yaygınlaşabilmişti. Eski ahşap evlerin içinde kuyusu olmayanı yok gibiydi. Yemekler, etler kuyuya sallandırılarak bozulmaktan korunurdu. Sular evlerde toprağa gömülü küplerde saklanırdı. Buz ise kar kuyularından sağlanırdı. 1948’lerde bile etler, büyük tel dolaplarına asılır, ortalık ağır kan ve et kokusundan geçilmezdi. ( Eser Tutel, Tarih ve Toplum, Ekim 1998 s.36-39)

1955’lere kadar bitlere karşı toz şeklinde olan DDT ilacı ile mücadele ettiğimiz hâlde, bit içinde yüzen köyümü son ziyaretimde tanıyamadım. Gözlerime inanamadım. Yollar asfaltlanmış gibiydi. Hemen her evde çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon, ütü ve telefon vs. vardı. Olacak şey değildi. Ama olmuştu.

Geceleyin sokak başlarında pırıl pırıl parlayan elektrik lâmbalarının varlığına  -ne yalan söyleyeyim-  bir türlü inanamamıştım. Fakat gerçekti işte. Ya ütüsüz pantol giymek istemeyenlere ne demeli? Böyle köy olur muydu Allahaşkına? Çünkü köy deyince aklımıza hep mahrumiyet ve yokluk gelirdi. Tabî sevincim büyüktü. Emin olun eskiler rüyada görse inanmazlardı bu olup bitenlere.Velhâsıl her bakımdan perişan bir Türkiye’den her şeye rağmen, nasıl mamur bir Türkiye çıkardığımız ortada.

Evet bizler, yarısına kadar dolu bardak için, yarısı boş diyenlerden değiliz. Vatanımızın değerini bilelim. Biz bu vatanı yolda bulmadık, kur’adan da çıkmadı, temenni ile kurulmadı ki,  onu ona buna peşkeş çekelim. Âdeta hiçten, yoktan yeni bir vatan kuruldu.

Bu vatanın bahası ağır. Ödediğimiz fiyat ise milyonlarca şehit kanı. Öyleyse vatan satılmaz, verilmez, ondan asla vazgeçilmez. Çünkü vatan sevgisi imandandır.

Demek ki vatanın bahasını bilirsek, satacağımız fiyatı da bilir; hiç olmazsa aldığımız fiyata deriz.

 

Almak isteyen varsa, aldığımız fiyata

Çıksın hazırız, er olan meydana

Ismarladık tatlı canımızı Allah’a

Feda olsun kanımız güzel vatana

182-188

 

Önceki İçerikGibi
Sonraki İçerikGerçek Yiğit Öfkesini Yenendir
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.