Hanımefendi, erkenden kalkar, kocasıyla kahvaltısını yapar, büyük bir sevgiyle ütülediği elbiselerini giyerken eşini seyreder ve huzurla kapıdan uğurlar.
Saatler sonra gelen telefonla uyanır. Telefondaki ses, “Eşinize anjiyo yapıldı, şimdi yoğun bakımda, elbiselerini alabilirsiniz.” Adam, memuriyet yaptığı iş yerinde aniden fenalaşmış, hastaneye kaldırılmış, kalp krizi geçirdiği anlaşıldığı için kendisine acilen anjiyo yapılmış, tıkalı iki damarına stent takılmış. Hanımefendi, bunları hastaneye gittiğinde öğrenir. Yoğun bakım kapısının önünden elbiselerini alması istenir. Elbiseler, mavi bir çöp torbasının içine özensizce konmuştur. Kadın, “Hayat, işte bu.” der. Derin duygularla temizlenip ütülenen, kişiye kimlik kazandıran elbiseler şimdi çöplerimizi attığımız mavi torbanın içindedir. Kadının gözünde, denizlere baktığında ferahlatan, göğe baktığında dinlendiren mavi, artık o mavi değildir. Mavi, acının, belki de bir sonun habercisidir. O yakışıklı adam, sanki buruşturulmuş, mavi bir çöp torbasına sıkıştırılmıştır. Hangimiz, böyle trajik bir sahneye konu olmayacağımızın garantisine sahibiz?
Amca, derdim kendisine, ismiyle birlikte hitap etmek, coşku veriyordu bana. Asırlık çınar ağacıydı. Yüz yaşına girmesine on yıl vardı. Dinç görünüyordu, kendi ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Zihin faaliyetlerinde zayıflama yoktu. Aniden fenalaşmış, “Acil Servis”e kaldırmış oğlu. İlk müdahaleden sonra yoğun bakıma almışlar amcamızı. Hastane görevlileri elbiselerinin alınmasını istemişler. Gittiğinde bir hasta bakıcı kapının aralığından oğluna siyah bir çöp torbası uzatıvermiş. İçinde amcamızın elbiseleri. Doksan yıllık çınar ağacı, doğranmış, sanki yongaları siyah bir çöp torbasının içine sıkıştırılmış. Artık, siyah her anlamıyla siyahtı yakınları için. Doksan yıldır görülen bütün renklerin bileşkesi, siyahmış meğer.
Mavi, siyah … ve çöp torbası, artık size ne anlatacak? Çöp torbasından, mavi ve siyahtan hareketle hangi duyguları yaşayacağız, hangi düşüncelere varacağız? Nereden biliyoruz, belki hepimiz mavi veya siyah çöp torbasına bir şekilde konulmak için yaşıyoruz? Çok derin anlamlar yüklediğimiz hayat, uğruna kavga ettiğimiz dünya, mal mülk, makam, bizi ete kemiğe büründüren kıyafetler, bir çöp torbasına atılmak için mi? Hayat tiyatrosunun bu sahnesi size ne anlatıyor? Oyunda bir hata var mı, varsa nerede?
Necip Fazıl, kurulu düzeni “Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan; / Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!” dizeleriyle eleştirir. Ördeğin, bülbüle lisan öğrettiği, tarih kitaplarının, balığın kavağa çıkma hikayesi ile doldurulup gerçeklerin gizlediği bir düzende hangi işin doğru, saygın olması beklenir? İnsan, değerlidir, insanla ilgili her ürün, kıymetlidir. İnsan, yaratılmışların en şereflisidir. İnsana Yüce Yaratıcının verdiği değeri ayakta tutacak olan da yine insandır. Beşikten mezara kadar bir değer olduğunu hissetmek, her insanın hakkıdır. Bu da bir sistem konusudur. Dünya insanlığını kendisine hizmet etmekle görevli sürü gören, her çocuğu terbiyeye muhtaç bir vahşi olarak değerlendiren ve böylece eğitime başlayan, insanların, sınırlı dünya kaynaklarını tüketmek üzere var olduğuna inanan, paran kadar adamsın yoksa bir hiçsin hayat felsefesiyle insana yaklaşan bir sistemden, insanın eşref-i mahlukat olarak konumlandırılacağı bir sistem beklemek ham hayal olur.
Nasrettin Hoca, bir vakit eşeğini hava alsın diye, zar zor dama çıkarmış. Bir müddet sonra “Yeter artık, inme vakti.” diye çekmiş eşeği, kan ter içinde kalmış Hoca, ama nafile. İnmemiş eşek bir türlü. “Ne halin varsa gör.” diye eşeği damda bırakıp inmiş aşağıya. Oynama alanı bulan eşek, zıplamış durmuş damda. Öyle zıplamış ki dam delinip aşağı düşüp ölmüş. Akıbeti ibretle izleyen Hocamız hemen dersi çıkarmış tabi: “Demek ki eşeğin mertebesini yükseltirsen, hem bulunduğu yere zarar veriyor hem de kendine.”
Dünya, “eşek kafalı” adamlarla dolu. Hem kendilerine hem insanlığa zarar veriyorlar. İnsanlığın iyiliği adına olmaması gereken yerde olan bu insanların ihtikarlığı ve ihtirasları, insanların huzurunu kaçırıyor, insanları hak ettiği saygıdan mahrum ediyor.
Ayette Yüce Rabbi’mizin “(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!” diye buyurduğu gibi dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bu buyruk, insanın veya dünyanın tamamen değersizliğiyle ilgili değil, bilakis maddeye tamahla ilgili ciddi bir uyarıdır. Ahiret merkezli bir dünya sisteminde taşlar yerine oturmuş, sapla saman karışmamış, insan layık olduğu makama kavuşmuş olacaktır.
Kul hakkı, sadece birine ait bir malı çalıp çırpmak, gasp etmek değildir. Kişiye, beklentisi olan davranışı, layık olduğu itibarı göstermemek de bir kul hakkıdır. Kaçımız, bunun bilincindeyiz, hangi sistem bu bilinç üzerine kuruludur?
Bakara suresi 29. ayete göre Allah öyle bir zat ki yeryüzündeki şeylerin tamamını insan için yaratmıştır. Sonra göklere yönelip onları yedi gök olarak düzenlemiştir. Ayrıca İsra suresi 70. ayette “Şüphesiz ki biz insanoğluna değer verdik. Onları karada ve denizlerde taşıdık. Onlara temiz rızıklar verdik. Onları yarattığımız birçok mahlûkattan daha üstün kıldık.” denir.
Eşyanın yaşanmışlığı, hatıraların heyecanı vardır. Ne kadar yaşanmışlık, ne kadar heyecan o kadar insan demektir. Adı eşya da olsa yeri çöp torbası değildir.
Her varlığın layık olduğu değerini bulduğu bir sistem inşa etmek zorundayız.