BEYAZ GEMİ
ELVEDÂ GÜLSARI
TOPRAK ANA
(Birinci Bölüm)
CENGİZ AYTMATOV
12 Aralık 1928 târihinde Kırgızistan’ın Talas vâdisinde yer alan Şeker Köyü’nde ailenin ilk çocuğu olarak dünyâya geldi. Onun hayatı, yazdığı romanlardan daha fazla okunmaya değer hâdiselerle doludur.
Babası Törekul Aytmatov; seçkin bir devlet adamıydı. Rejim aleyhtarlığı sebebiyle cezâlandırılacağını tahmin ederek eşinin ve çocuklarının mukadder acı bir olaya şâhit olmamaları ve zarar görmemeleri için onları, Moskova’daki parti yönetiminin haberi olmadan Talas’a Ata-Yurt’a gönderdi. Zira Rusya’da irkî ve dînî mensûbiyeti sebebiyle uydurma suçlarla tevkif edilen, göstermelik bir muhakeme sonunda katledilen insanların çocukları öksüzler yurdunda toplanıyor; eşleri ise, çalışma kamplarına gönderilerek büyük hakaretlere ve tecavüzlere mâruz bırakılıyordu. Birçok kadının dayanamayarak intihar ettiği bu kamplardan birinde 22.000’den fazla ‘halk düşmanı karısı’nın hapsedildiği bilinirdi. Aytmatov, dostu ve meslektaşı Şahanov*’a şöyle anlatmıştı: ‘Henüz altı aylık olan küçük kardeşim Rosa ile birlikte dört kardeştik. Babam Bizi Kazan garına götürdü. Tren oradaydı. Kapıları açıktı. Vagonun biri bize rezerve edilmiş bölümlerden oluşuyordu. Altlı üstlü ranzalar vardı. Babam bunlardan ikisine bizi yerleştirdi. Ve vedalaştı. Annemin nasıl ağladığını ve babamın kendisine nasıl güçlükle hâkim olabildiğini görüyordum. Bu arada tren hareket etti ve yürümeye başladı. Babam uzun müddet, gücünün yettiği kadar pencerenin yanı sıra koştu, bize el salladı, salladı… Ben ranzanın üst tarafındaydım, her şeyi anlamıştım, en azından hissetmiştim birbirimizi bir daha asla göremeyecektik.’
Stalin diktası sebebiyle babasından koparılışının izlerini ömür boyu hafızasında taşıyan Cengiz Aytmatov’un mâruz kaldığı haksızlıklar, bununla da sınırlı kalmadı; sadece Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için amcası Rızkulbek, rejim tarafından benzer gerekçelerle suçlanarak 1937’de öldürüldü. Dokuz yaşında iken kimsesiz ve savunmasız kalan Cengiz Aytmatov, İlgiz isimli bir erkek, Lyutsiya ve Roza isimli iki kız kardeşi ve annesinden oluşan ailenin bütün yükünü tek başına üstlenmek mebûriyetinde kaldı. Titrek, yürekli bir çocuğun zayıf ve nârin omuzları, bu ağır yükü taşımak kadar okulda, işyerinde ve toplumun her kesimindeki vebalı dışlanmalara, yok saymalara ve aşağılanmalara da katlanmak mecburiyetindeydi.
Aytmatov âilesi, Törekul Aytmatov’un katledildiğini yirmi yıl sonra öğrendi. Cengiz Aytmatov’un, tutunacak hiçbir dalı kalmamış olsa da; atalar yurdu niteliğine sâhip olan bu mekân, onu ve ailesini vebalı dışlamaların lânetinden korudu. Aytmatov, atalar ruhunun yandığı ocakta söze tutundu, böylesine mukaddes bir yerde atalar ruhu, söze dönüşerek zamanı aştı ve babaanne Ayımkan ve ‘Karakız Apa’nın anlatılarıyla Aytmatov’a ulaştı. Kırgız toprağının kişileşmiş biçimi olan bu iki insan, küçük Cengiz Aytmatov’a yalnızca masallar, efsaneler anlatmakla, mâniler, türküler söylemekle kalmadı; onun yaralı şuurunu bir psikiyatrist gibi sağlığına kavuşturdu. Böylece Aytmatov, ateşten semender* nitelikli bu değerlerin referansında koruyucu ve doğurgan bir sığınak olan söze dönüşerek, öyküsünü dinlediği toprakların adına geleceğe aktı.
Çocukluk dönemlerinden itibâren çalışmak mecburiyetinde kalması onu, iyi bir gözlemci yaptığı gibi bu yetenek, sonraki yıllarda yazacağı eserlere de malzeme oluşturdu. İkinci Dünyâ Savaşı’nın ağır şartları ile 1942’de okulu bırakarak köyüne geri döndüğünde Köy Sovyet’i (Kolhoz) sekreterliğine tâyin edildi. Burada -13 yaşında- cephe gerisi hizmetleri yürüten Aytmatov, bu süreçte vergi memurluğu/muhasebecilik ve Rusça öğretmenliği yaptı. Cephe gerisinde evladını/eşini yitirmiş, aç perişan, çâresiz insanların yüzüne yansıyan acıyı bizzat gözlemleyerek büyüyen Aytmatov, bu gözlemlerinin hâfızasında yarattığı etkiden, hemen hemen bütün eserlerinde faydalandı. Ruhunda derin yankılar uyandıran bu trajik gelişmeler; onu, ileride yazacağı öykü ve romanlarında bir savaş metafiziği kurmaya zorlayacaktı. Dolayısıyla gelenekli kültürün yaşayan tarafının yanı sıra İkinci Dünyâ Savaşı da Aytmatov’un yazarlık serüvenini şekillendiren önemli bir dönüm noktası oldu. İkinci Dünyâ Savaşı, yirmi milyona yakın insanını kaybeden Sovyetler Birliği’nde büyük bir trajedinin yaşanmasına sebebiyet verdi; açlık, acı, hüzün, yoksulluk, savaş travması ve arka arkaya yaşanılan kayıplar, bütün bir ortak payda hâline gelerek Aytmatov hikâyelerine yansıdı.
Cengiz Aytmatov, İkinci Dünyâ Savaşı’nın bitiminde 1946’da Cambul’daki Veteriner Okulu’na kaydoldu ve iki yıl okuduktan sonra 1948’de Kırgızistan Frunze’deki Tarım Enstitüsü’ne devam etti. Aytmatov, bu enstitüde iken hocasının tavsiyesi ile şiirden hikâyeye yöneldi. 1952’de Rusçaya çevrilerek Pravda’da yayımlanan ilk hikâyesi ‘Gazeteci Cyuda’yı yazdı. Daha sonra yazdıklarıyla edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çeken Aytmatov, yazı yeteneğini daha da geliştirmesi için, yaratıcı yazarlık dersleri veren Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne dâvet edildi. 1956-1958 yılları arasında Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam etti. 1957’de ‘Yüzyüze’ başlıklı hikâyesini yazan Aytmatov, bu hikâyesinde insanın duygularıyla aklı arasında yaptığı seçimi tezli bir biçimde sorguladı. 1958’de ise asıl çıkışını yaptığı ‘Cemile’ başlıklı hikâyesini kaleme aldı ve hikâye, Sovyetlerin en tanınmış edebiyat dergisi Novy Mir (Yeni Dünyâ)’de yayımlandı. Devrin Sovyet edebiyat dünyâsında geniş yankılar uyandıran hikâye, haksız tenkitlere de mâruz kaldı. Eleştirilerin ve tartışmaların ortasında hikâye, Fransız eleştirmen Louis Aragon’un dikkatini çekti. Aragon, Cemile’yi ‘dünyânın en güzel aşk hikâyesi’ sözleriyle nitelendirerek Fransızcaya tercüme edip geniş bir takdimle yayımladı.
Dünyâda büyük yankı bulan Aragon’un sunuşundan sonra Aytmatov’un eserleri, dünyâ dillerine çevrildi ve tartışmalar da kendiliğinden sona erdi. Artık Cengiz Aytmatov, aldığı ilhamla dünyâya doğru akmakta; insanın zamanla, mekânla, sosyal ve siyâsî kimliğiyle değişmeyecek olan yönlerini, ezelden ebede yönelmiş gerçeğini anlatmaktaydı.
Stalin’in ölümünden sonra başlayan normalleşme sürecinde Kruşçev’in uyguladığı Anti-Stalinist politika, Aytmatov’un daha rahat hareket etmesine zemin hazırladı. 1957’de Sovyet Komünist Partisi’ne ve Sovyet Yazarlar Birliği’ne, 1958 yılında Moskova’da Edebiyat Fakültesi’ne kabul edildi. 1959 yılında Novy Mir’in editörlüğünü yaptı ve buradaki görevi 1967 yılına kadar devam etti. Novy Mir’den sonra Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğü ve beş yıl boyunca devam eden -1960-1965 yılları arasında- Pravda Gazetesi Orta Asya muhabirliğini yaptı.
Aldığı armağanlar:
1963 yılında ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ başlıklı hikâyelerden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler başlıklı hikâyeleriyle Lenin Edebiyat Ödülü’ne lâyık görüldü. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü aldı ve aynı yıl Kırgızistan millî yazarı seçildi. 1969’da Asya-Afrika Halkları Kültürel Dayanışma Teşkilatı Başkan Yardımcılığına seçildi. 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından ‘Sosyalist İşçi Kahramanı’ olarak mükâfatlandırıldı. Avrupa İlim, Sanat ve Edebiyat Akademisi ve Kırgızistan İlimler Akademisi üyeliklerinin yanı sıra Issık-Göl Forumu Başkanlığı gibi pek çok üst düzey üyeliklerde bulundu ve armağanlar aldı. Milletlerarası ilk armağanları olan Etruriya (İtalya-1979) ile Jawaharlal Neru Armağanını (Hindistan-1985) da bu yıllarda aldı. 1983’te, Gün Olur Asra Bedel ile ‘Büyük Sovyet Edebiyat Armağanı’nı ikinci defa kazandı. Daha sonra pek çok armağanlara lâyık görüldü. Sivil toplum kuruluşlarında ve komitelerde sekreter ve başkanlık yaptı. Kırgızistan’ı Sovyetler Birliği’ni ve Rusya’yı Lüksemburg, Hollanda ve Belçika’da büyükelçi olarak temsil etti.
Kürkürü ırmağının dağlardan aldığı ilhamı kulağına fısıldadığı bu küçük çocuk, 80. yaş yılını kutlamaya hazırlandığımız kendisinin de Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için Tataristan’ın başşehri Kazan’a gittiği bir zamanda -16 Mayıs 2008- târihinde rahatsızlandı. Ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya’ya götürüldü. Nürnberg şehrinde tedavi gören Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008’de ebedî âleme intikal etti. Evli ve dört çocuk babası olan yazar, 1937’de babasıyla beraber 137 aydının gizlice kurşuna dizilip gömüldüğü Bişkek’teki Ata-Beyit’te toprağa verildi.
Cengiz Aytmatov’un Manas Destanı başta olmak üzere Kırgız kültürünün binlerce yıllık sözlü geleneği olan masallar/efsâneler/ türküler/inanmalar olmak üzere kitap hâlinde yayınlanmış eserleri:
Yüz Yüze (1957), Deve Gözü (1960), İlk Öğretmen (1961), Al Yazmalım Selvi Boylum (1963), Toprak Ana (1963), Kızıl Elma (1964), Elveda Gülsarı (1968), Oğulla Buluşma (1969), Beyaz Gemi (1970), Fuji Dağının Tepesi (1973), Erken Gelen Turnalar (1975), Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek (1977), Gün Uzar Yüzyıl Olur (1980), Dişi Kurdun Rüyaları (1986), Beyaz Yağmur (1990), Cengiz Han’a Küsen Bulut (1990), Yıldırım Sesli Manasçı (1990), Kassandra Damgası (1995), Kuz Başındaki Avcının Çığlığı (1997), Çocukluğum (1998), Sokrat’ı Anma Gecesi (2000), Sultan Murat (2016).
Eserlerini kendisi olma kaygısının refakatinde biçimlendiren Cengiz Aytmatov, evrenin şuurunda gelecek adına yanan bir çıraydı. Suların, toprağın, ateşin ve rüzgârın sırrını ödünçleyen bu bilge insan, anlatılarına dönüşen varlığıyla daha nice yüzyıllar yaşamaya ve bir sis çanı gibi insanlığı uyarmaya devam edecekti.
Cengiz Aytmatov’un parıltılı düşüncelerinden bâzıları:
*Nerede, hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun ve hangi mensubiyete bağlı bulunursa bulunsun; insan türünden birine verilen zarar, bütün insanlığa verilmiş zarardır.. Doğrusu insan, başkalarını anlatırken hep kendini arardı. Aytmatov da başkalarının öyküsünü anlatırken hep kendini bulmaya çalıştı. Simurg kuşu gibi, hem bütün insanlarda kendini hem de kendinde bütün insanlığı duymaya çalıştı.
*Dünyânın tamamının problemlerine ışık tutmak için gayret etti. Aytmatov’u başarılı kılan en önemli etken, mahallî ve millî değerleri cihanşümul bakış açısıyla anlatma yeteneğiydi. Zira nasıl damla, deryânın bütün özelliklerini içerirse, insanî açıdan millî bir değer de pekâlâ beynelmilel mânâda insanî açılımları taşıyabilirdi. Önemli olan basit, sıradan insanların içindeki büyük insanı yakalama ve anlatabilme kudretine erişebilmekti. Aytmatov bu kudretini aslâ mahallî ve folklorik söyleme takılıp kalarak yansıtmadı; yazarın anlatılarında folklorik malzeme, kendi anlatımıyla doku uyuşmazlığına girmezdi.
*Beynelmilel düzenin minyatür bir modeli olarak tasarladığı Şeker Köyü’nü, kurduğu zaman-mekân ötesi bağlantılarla bir insanlık laboratuvarına dönüştürdü; eserlerindeki kişi ve olayları, bütün insanlığın serüvenine ortak bir payda oluşturacak kadar tarafsız bir bakış açısıyla metne taşıdı.
*Aytmatov kalemini, hiçbir zaman ideolojik şartlanmaların ve şahsî hırsların kullanımına vermedi. Öyle ki, babasını, amcasını katlederek çocukluk hayallerini elinden alan ve bütün Sovyetler Birliği’ni modern bir hapishaneye çeviren Stalin’e bile doğrudan saldırmadı. O, dünyâ problemlerinin kesiştiği bir prizma gibi insanlığın bütün sevinç ve acılarını kendinde tecrübe ederek yansıttı.
*Bütün ideolojik, siyâsî ve dînî şartlanmaları, mankurtlaşan insanın yeniden kendine dönebilmesini, örtük nitelikli kurtuluş/dönüş imgeleri olarak sundu.
Prof. Dr. Ramazan Korkmaz’ın hazırladığı metinden faydalanılmıştır.
*Şahanov: Muhtar Şahanov:1942 yılında Kazakisitan’ın Çimkent vilâyetinde doğdu. Bürokrat, büyükelçi, şâir ve yazar. Genç yaşından itibaren Kazakistan’ın bağımsızlık mücâdelesinde önemli roller üstlendi ve başarılı oldu.
*Semender: Masal ve destanlarda adı geçen, ateşe atıldığında yanmadığı ve hattâ ateşi söndürdüğü ileri sürülen bir sürüngen.
(Devam Edecek)