Çanakkale Zaferi ve Etkileri

100

Çanakkale Savaşları’nın tarihî akışını, içyüzünü ve sonuçlarını az çok hepimiz biliyoruz. Bunları tekrardan ziyade, bu tarihî olaydan ilham alarak; Çanakkale Zaferi’nin Türkiye’de ve özellikle İslâm Âlemi’nde yaptığı tesirleri dile getirmeye çalışacağım.

İki İslâm Âlemi var. Enfüsî ve Âfâkî yani İç ve Dış. Çanakkale Zaferi’nin her ikisine de te’sîri var. Çanakkale Zaferi’nin geçmişe ve geleceğe bakan yönleri var. Çanakkale Zaferi hâldir. Bunu geçmişe borçlu. Biz istikbâliz, bunu Çanakkale Rûhu’na borçluyuz. Bir de dış âlemin istikbâli var. Bu da ikidir. Batı ve İslâm âlemi. Çanakkale Rûhu, her ikisine de te’sîr etmiştir.

Çanakkale Zaferi, öyle bir yumak ki, çöz çöz bitmez. Çanakkale Zaferi’nde bizleri geriye doğru götüren ve ileriye doğru baktıran cihetler var. Çanakkale Zaferi arkamızda ibretler, önümüzde aydınlık ufukları gösteren bir tablo sergilemektedir.

Çanakkale Zaferi, geçmiş zaferlerimizin ruhunu taşıdığı gibi, gelecek olanların da, aynı ruhla kazanılacağını göstermekte ve âdeta  “Dokunmayın bu arslana.”  Dedirtmektedir. Geçmişten kopamadığımız  gibi, geleceğe de kayıtsız kalamıyacağımızın göstergesidir bu zafer.

X

İslâmiyet doğduğu günden bu yana, Hristiyanlığın ve Yahudilerin ufkunu kararttı. Kişilere ve milletlere köklü bir dinamizm kazandırdı. Rûhlarda ve kafalarda derin inkılâplar yaptı. Yeni bir nizam, yeni bir kültür, yeni bir ilmî anlayış ve medeniyetin doğmasına sebep oldu. Bu ilâhî nuru karartmak isteyen Haçlı girişimlerine ise dokuz asır boyunca hep Türk Sultanları karşı çıktılar. Hepsi İla-yı Kelimetullah yani Allahın ismini yüceltmek gibi büyük bir idealin peşinde koştular.

İşte Batı, İslâm Âlemi’ni rahatça sömürmesine en büyük engel gördüğü, Nizam-ı Âlem idealine sahip Osmanlı’yı ortadan kaldırmak istiyordu. Bu uğurda öldürücü darbeyi ise, ancak Çanakkale’den geçiş sağlıyabilecekti. Batı’nın bu husûsta kamuoyu da yeterince hazırdı.

Nitekim  “General Nelson, Edvar’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: ‘Ayaklananları yakmakta veya diri diri derilerini yüzmekte bizi serbest bırakacak kanunlar çıkartmalıyız! Çünkü içimizde yanan intikam ateşi, yalnız idam etmekle sönmüyor!’

“İngiliz meşhurlarından Gladstone da şöyle diyordu: ‘Kur’an yeryüzünden kaldırılmalı, Avrupa; Müslümanlardan temizlenmeli!’

“Lord Salisbury ise: ‘Hilâl, Haç’tan ne aldıysa geri vermeli, aksi olmamalı.’ Diyor.

“Yunanlı Kiçon da: ‘Kâbenin yıkılmasını, Peygamberimizin mezarının Luvr müzesine taşınmasını’ istemişti! -Bu sözler ve misaller için Bk.: Ahmet Emin, ‘İslamın Bugünü’ Çev: A. Öztürk. – ” (Yüz Plân, T. G. Djuvara-Emir Şekip, Terc: Yakup Üstün, İstanbul-1979, s.7)

“Kendileri için en büyük engel olan Osmanlı’yı ortadan kaldırmak için asırlarca nasıl yılmadan çalıştıkları, Raymond Lülle gibi felsefî tercümeler yapan papazların, Erasmus gibi  ‘Deliliğe Methiye’ yazan Hümanistlerin, felsefî sistemler kuran büyük filozof Leibnitz’in, Volter gibilerin, Volney, Didero gibi ateistlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmaya çalışmalarında hayret ve ibretle görülür.” (Aynı eser, s. 7-8)

Çünkü Müslümanlar,  “Hz. Osman’ın, İstanbul’un Kuzey Afrika ve İspanya tarafından gidilerek fethedileceği yolundaki bir direktifinin de te’sîri ile İslâm Fâtihleri; bir şimşek hızıyla bu istikamette ilerlemişler, 711’de İspanya’yı fethetmişler, Preneleri aşarak Fransa’ya ulaşmışlardır. Birinci Emevî Halifesi Hz. Muaviye zamanında Kıbrıs ve Rodos adaları alınmış, İstanbul muhasara edilmiştir. Emevîler, özellikle Doğu Akdeniz’de tam bir hâkimiyet

561

kurmuşlar, buna mukabil İbn-i Haldun’un ifadesiyle  ‘Hristiyanlar Akdeniz’de birkaç asır bir tahta parçası dahi yüzdürememişlerdir.’

“Daha sonra İslâm’ın Bayraktarlığı’nı ele alan Türkler, bir taraftan Müslüman Araplar’ın gerçekleştirdiği fetihleri devam ettirirken, bir taraftan da İslam’ı ve İslâm beldelerini Haçlı saldırılarına karşı korumuşlardır. Anadolu’yu fethetmişler, Rumeli’ye geçmişler, Avrupa içlerine kadar ilerleyerek Viyana’ya ulaşmışlardır.” (Aynı eser, s. 11-12)

Hakikaten, Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı kitabında ifade ettiği gibi: “Kuruluşundan düşüşüne kadar Osmanlı İmparatorluğu, İslam gücünün ve inancının ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi. Avrupa’nın geniş bir kısmında İslam egemenliğini kurma çabasıyla daha sonra da Batı’nın amansız karşı saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için devamlı olarak Hristiyan Batı ile savaş hâlinde idiler.

“Osmanlı Türkü için, bütün ilk İslâm anayurtlarını kapsayan imparatorluk İslamiyet’in ta kendisi idi. Osmanlı vekayinamelerinde imparatorluğun toprakları  ‘Memalik-i İslam’ / ‘İslam Ülkeleri’, hükümdarı  ‘İslam Padişahı’, orduları  ‘Asâkir-i İslam’ / ‘İslâm Askerleri’, dinî başkanı  ‘Şeyhülislam’ olarak adlandırılırdı. Onun halkı, kendini her şeyden önce Müslüman sayardı.

“Osmanlı Türkleri kendilerini İslamlık ile özdeş görmüşler, diğer her hangi bir İslâm ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslamlık içinde eritmişlerdi. “Türk”  sözcüğü Batı’da Müslüman’ın  eş anlamı hâline gelmesi ve Müslüman olmuş bir Batılı’ya  ‘Türk olmuş’ denmesi ilginçtir.” (Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, Mütercim: Prof. Dr. Metin Kıratlı, 2. Baskı, Ankara-1984, s. 12-13)

“Hristiyan Avrupa yüzyıllar boyu İslam’dan intikam alma (uğruna ve Türkiye’yi parçalamak için 100 plân yapıp, tatbikata koymuş ve) İslam’ın feyiz ve bereketine engel olmak, İslâm’ın çekilmiş kılıcı Türkleri tarih sahnesinden silmek için, Şeytan’ın bile aklına gelmiyen tertiplere girişmiş, akıllara durgunluk veren entrikalar çevirmiş.

“1913’e kadar her fırsatta tatbikata konulan Türkiye’yi parçalama plânları Mondros ve Sevr’de çizilen karanlık tablolarla zirveye çıkmışsa da Çanakkale Zaferi’nin rûhuyla yeniden şahlanan Türk Milleti bu sonuca boyun eğmemiş, plâncılara gücünü kuvvetini ispat ederek Yeni Türk Devleti’ni kurmuştur.

“(Fakat) asıl hedef olan Türk Devleti tarih sahnesinden silinemediği için üzerinde oynanmak istenen oyunlar sona ermemiştir. Her geçen gün yenileri hazırlanmakta zaman ve şartlara uygun biçimlerde sahnelere konulmaktadır.” (Yüz Plân, T. G. Djuvara-Emir Şekip, Terc: Yakup Üstün, İstanbul-1979, s. 13-15)

Nitekim  “Mehmetçik 1914-1918 Cihan Harbi’ne katılmak zorunda kaldığı vakit, Avrupalı’ların artık bitti, tükendi, sandıkları Mehmetçik; 1915 yılı Martının 18. Günü İstanbul kapılarını zorlamaya kalkışan dünyanın en azametli, en kudretli iki büyük devletinin iş birliği yapmış deniz kuvvetlerine karşı, o parlak zaferi kazanmaya muvaffak oldu.” (A. Cemaleddin Saraçoğlu, Çanakkale Zaferi, İstanbul-1953, s. 3)

X

Rauf Orbay Birinci Dünya Savaşı’na giriş sebebimizi şöyle açıklıyor:

“Umumî Harb’e girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar, Türkiye’ye girerlerdi. Eğer harbe girmemiş olsaydık, Rusya’da Bolşeviklik inkılâbı olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin gâlibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul’u mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da, para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı. Pek sıkışmış bir durumdakilerin bu istekleri idare edilemezdi. Zira o zaman Almanlar bizi bırakmış olsalardı, bittik demekti. Kısaca, bizim 1914’te Birinci Cihan Harbi’ne girmemiz zarurî idi.” (Yakın

562

Tarihimiz, Rauf Orbay’ın Hatıraları, Sayı:1, s. 20)

Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Dördüncü Ordu-yu Hümayun Kumandanlığı göreviyle Suriye’ye hareket edeceği sırada karargâhında şöyle konuşur:

“Bugün dünyanın her tarafında dökülmekte olan kanlar, tamamen emin olmalısınız ki, bir vakitler şarkta pek büyük şa’şaa ve şevketle yaşamış olan bir muazzam imparatorluğun sukutunu (düşüşünü) te’min içindir.

“Bu imparatorluk, İslâmiyetin şevket ve azametini temsil eden bir hükümettir. Altı asırdır İslâmın şevket ve azameti namına şarkta ferman-ferma oldu (fermanını yürüttü). Onu yıkmak, İslâm şevketini, azametini yıkmak demekti.

“Cihan Tarihi’ni baştan başa tetkik edersek, düşmanlarımızın, bihassa üç asırdan beri yegâne meşgalesinin bu İslâm Devleti’nin inhitatını (çöküşünü) te’mîn yolunda çalışmaktan ibaret kalmış olduğunu görürüz.

“Hasımlarımız son zamanlarda artık, bu emelin hakikat olmağa başladığını gördüklerinden dolayı birbirlerini tebrik ediyorlardı. Bugünkü harp, yıkmağa uğraştıkları imparatorluğumuzun, mirasını paylaşamadıkları için yapılmaktadır.

“Ne Bosna’da bir Sırplı’nın Avusturya veliahtine attığı kurşun, ne Fransa’da Reisicumhur’un Rusya Çarı’na vermiş olduğu söz, ne Almanya’nın Belçika bîtaraflığını (tarafsızlığını) ihlâl etmiş (bozmuş) olduğu içindir. İngiltere’nin ileri sürdüğü bu iddiaların hiç biri harbin hakikî sebebini teşkil etmez. Bunların hakikî gayeleri artık mâlûmdur.

“İngilizler Mısır, Irak, Ceziretü’l-Arab ve Filistin’i; Fransızlar Suriye’yi; İtalyanlar Anadolu sahillerini; Ruslar da İstanbul’u ve Boğazları almak suretiyle, Osmanlı Saltanatı’nın mirasına konmak istiyorlar. Diğer taraftan bunun kendileri için de kat’î bir tehlike olduğunu, Almanya gibi müttefiki de biliyorlardı. Bence bu umumî harp, işte bu gaye nâmına zuhur etmiştir. Eğer Osmanlı Hükümeti bu harbe iştirak etmemiş olsaydı, memleketin istiklâli tamamiyle tehlikeye girmiş olacaktı.” (Yakın Tarihimiz, Cemal, Enver Paşalara göre İlk Dünya Savaşı’na niçin girmiştik? Cilt:1, s.150-151)

Hariciye Nazırı olarak bu işlerin asıl uzmanı sayılan Halil Bey de Cemal Paşa’nın sözlerini kuvvetlendirecek mahiyette konuşur ve sonunda:

“Filvaki (gerçekten) o sıralarda Rusya’nın Vekiller Riyaseti (Başkanlığı) mevkiine geçen General Trepof, Mecliste ilk beyanatını okurken  ‘İstanbul surlarına Rus arması asacağından’  bahsediyordu (der ve ilave eder:) Osmanlı Devleti; Cihan Harbi’ne, iki gaye tâkip ederek karışmıştır:

“Devletin istiklâl ve tamamiyetinin muhafazası ve İmparatorluk dışında kalan Müslüman ve Türklerin mahkûmiyetten kurtarılması. Bu cihette bu cihan cengi, Türkler ve Müslümanlar için, bir istiklâl ve kurtuluş cihadıdır.” (Aynı eser, s.150-151)

“Gene o günlerde, harp devresinin ilk konuşmasını yapan Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa da:

“Biz Allah’ın inayetiyle yalnız Osmanlı Tâc ve Saltanatı’nı muhafaza değil, bütün İslâm Âlemi’nin hukuk ve hayatını muhafaza ve istihsale (elde etmeye) muvaffak olacağız, diyordu.” (Aynı eser s.151)

Nitekim  “Çanakkale Rûhu Millî Mücadele Rûhu’nun başlangıcı oldu.” (20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, Ankara-1991 (7. Baskı) Cilt:1, s.113-114)

Çünkü  “İttihat ve Terakkî Umumî merkezi her ihtimali göz önüne alarak Dünya Harbi yenilmemizle neticelendiği takdirde, silahları bırakmıyarak Anadolu’ya çekilip orada kademe kademe müdafaaya devam kararını vermiş, bunun için de bir plan hazırlamıştı.

563

“Çanakkale’de bilhassa 18 Mart’ta zorlandığımız günlerde, bu plânın ilk defa tatbikine lüzum görülmüş ve düşman donanmasının boğazı geçip İstanbul’u işgal etmesi ihtimali karşısında bu plân gereğince vazifelendirilmiş olanlar harekete geçmişlerdir. Çünkü Almanlar, müttefiklerin dokuz saatte Çanakkale’yi geçeceklerini söylüyorlardı.” (Yakın Tarihimiz, İttihat ve Terakkî’nin Gizli Plânı, Cilt:1, s.263)

X

Çanakkale zaferi; Millî Mücadele’nin; Millî Mücadele mazlum milletlerin istiklâllerini netice vermiş ve hâlen sonuç vermeye devam etmektedir.

Sureta / şeklen istiklal ve hürriyetlerini kazanan İslâm Âlemi şimdilerde sîreten, keyfiyetçe yani içerik bakımından da, siyasî ve iktisadî serbestiyetlerini kazanma yolunda adımlar atmaktadır. Kısaca tasaffî yani safileşme, şahsiyetini bulma, hızla devam etmekte, Âkif’in:

 

Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakk’ın

Kimbilir belki yarın belki yarından da yakın.

 

İfadesiyle hükme bağladığı sonuca, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere bütün İslâm Âlemi koşmaktadır.

M. Esat Bozkurt’un, yıllarca önce dediği gibi: “Türk İhtilâli (yani Millî Mücadele Rûhu) mevzii (yöresel) kalmayacaktır. Bizden başka, bunun esaslarıyla saadete erişecek milletler de vardır. Bunlar mazlûm uluslardır ki, kurtuluşlarını ihtilalimizin prensiplerinde bulacaklardır. Bulmağa başlamışlardır bile. İşte İran, işte Mısır ve işte  ‘Atatürk Atatürk’  diye, hürriyetleri için boğuşan  Çin. Dört yüz milyon insan.” (M. Esat Bozkurt, Cihan Yamakoğlu, Ankara-1987, s.90)

Çanakkale Zaferi bir hesaplaşmadır. Batı’nın istikbale yönelik bütün oyunlarının bozulduğu bir arenadır. Hayat hakkımızın başımız dik ve vakur olarak doğrulanıp, kuvvetlendirildiği ve pekiştirildiği ve artık  “Dokunmayın bu Arslana.”  Denildiği milletler arası hâkimiyet savaşlarının âdeta finali ve istikbale ait, parlak kaderimize fetva verdirdiğimiz bir fermanıdır.

Çanakkale Rûhuyla kazanılan Millî Mücadele ve safhaları, İslâm Âlemi’ni derin uykusundan uyandırdı, kendine getirdi. Bu uyanış geç de olsa meyvesini verdi ve XX. Yüzyılın ortalarında, başta Arap Devletleri omak üzere İslam Âlemi Batı esaretinden ve istibdadından kurtulup teker teker İslâm Devletleri olarak tarih sahnesinde beklenen aslî yerlerini aldılar.

Gerçi sureta / şeklen cumhurî birer devlettirler, fakat çok yakın bir zamanda sîreten ve keyfiyetçe de istiklallerine kavuşacaklar ve boyunlarına yapışmış olan sömürgen yaban elleri koparıp atacaklardır. İşte, içinde yaşadığımız olaylar, parlak yarınları doğuracak olan sabaha, en yakın en karanlık gecelerdir.

Ve şimdiki İslâm Âlemi’nin dünyevî saadeti, bilhassa Türkiye’nin saadeti, özellikle İslâm’ın ilerlemesi, onların uyanmasıyla olan Arab’ın saadetinin doğum belirtileri  II.Meşrutiyet’in ilânıyla görünmeye başlamış ve saadet güneşinin çıkması ta o zamanlar yakınlaşmış ve XX.Yüzyılın yarısında birer birer istikbâl ufkunda doğmuşlar. Ve istikbâlin yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacağında da, ilk sözü Osmanlı Meşrutiyeti söylemiş ve müjdelemiştir.

Çanakkale, günahlarımıza kefaret olarak, istikbal ufuklarını bizlere her yönüyle açmış, geleceğin maddî manevî fetihlerinin rehber yıldızlarını göstermiş ve artık ihtilâf ve çekişmeyi bırak, ittihada yani birlik ve beraberliğe sarıl diyerek, mânen cansızlar devri geçmek üzere olduğunu, canlılar ve câzibler asrının geldiğini müjdeliyerek, karanlıklar içinde boğulan şu asrı ve gelecek asırları aydınlatacak maddî-mânevî bir ışığı, cansızlara can, canlılara taze can olarak üflemiş, karanlığa açılan, hiçliğe giden hesapsız ve hedefsiz yollardan Doğu’yu kurtarıp

564

bir saadet ve ebed âleminin rotasını çizmiştir.

Çanakkale mucizesi, şimdiye kadar karanlıklarda kalan ve meçhullere karışan zihinleri aydınlattı. Bizi ve İslâm Âlemi’ni yolsuz yollarda yorulup kalmaktan korudu ve kurtardı. Savaşın bu dehşetli hengâmında bu temiz milletin ve bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir hâlde durması ve bütün İslâm diyarında Çanakkale’de olduğu gibi her taarruzdan korunmasının ve gerektiğinde yine korunacağının bir İlahî ve Ahmedî yardımla olduğunu ve olacağını, dost düşman herkese gösterdi.

Bu savaşın acıklı ve aşağılık durumu karşısında Hristiyanlık Âlemi şimdi ne yapacaktı? Evet ya batacak, ya da kendisine ancak İslâm’ın gölgesinde bir hayat hakkı bulacaktı.

Evet, Çanakkale mucizesi körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil olmuştu. Yeni bir uyanıştan haber veriyor, hamiyet-i milliyenin ancak hamiyet-i diniyye ile galeyana gelip şahlanacağını, ateşten bir sel olup, Avrupa zalimlerinin  -Çanakkale’de olduğu gibi-  üzerlerine akacağını ve onları sefih âlemlerinden ışıklı bir çıkış yoluna çıkaracağını, Avrupa ve Amerika’nın İslâm’a hâmile olduklarının ilk emarelerini dünya kamuoyunun gözleri önüne sermiştir.

Çanakkale Rûhu, zamanın İngiliz lisesinde okuyan İslâm’ın kabiliyetli genci Hindistan; zamanın İngiliz Siyasal Bilimler Fakültesi’ne devam eden İslâm’ın zeki oğlu Mısır; zamanın Rus Harp Okulu’nda tâlim eden İslam’ın iki bahadır oğulları olan Kafkas ve Türkistan gibi İslam Mücahitleri’nin, eğitimlerini tamamlayıp diplomalarını aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçerek, muhteşem âdil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını en yüksek ufuklarda dalgalandırmakla, ezelî kaderin nazarında, feleğin inadına, insanlıktaki ezelî hikmet ve gayenin sırrını cihana ilan edeceklerinin ilk işareti ve ilk habercisi olmuştur.

Ve Çanakkale, bize karşı bilmeden savaşan müslüman kardeşlerimizin uyanışına vesile oldu.

Yine Çanakkale, hem Osmanlı içindeki, hem de Osmanlı dışındaki müslümanların İslam ve insanlık vahdetini elde etmeleri gerektiğini ihtar ederek, birlik ve beraberlik nurunu saçmış, üzerlerindeki baskıları kaldırabileceklerini onlara anlatmıştır. Âkif’in ifadesiyle, Çanakkale’de bu millet, bütün samimiyet ve içtenliğiyle Allah’ın nazlı ve niyazlı bir kavmi oluşunun verdiği korkuyla karışık bir cesaretle:

 

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî

Ağzım kurusun, yok musun ey Adl-i İlâhî

 

Diyerek, yine Rabbinin şefaatine sığınmasını bilmiştir.

Çanakkale Rûhu, dünya ilim ve irfan sahasına; yapılan Millî Mücadele’yle Türkiye’den bir güneş doğmasına sebep olmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üç yüz sene önce, insanlık âlemine doğmuş olan güneşin bir yankısıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan ışıklarından birisidir. Beklenilen son manevî mucizesidir.

İslam’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hizmet etmiş olan ve İslamiyetin yeryüzünde yayıcısı bulunan yüksek ecdadın evlâdı olarak, lisanı İslam hakikatlerini âleme duyururken, hâl ve tavrı da onun mânasını gösterdiği takdirde, yeniden dünyanın efendisi, cihanın başı ve insanlığın saadetine vasıta olacağının da büyük müjdesini vermiş ve ancak bu şekilde, asırlardan beri İslâm’ın Bayraktarlığı göreviyle cihanda en kutsal ve saygın bir yüksek yeri elde etmiş olan atalarına lâyık olacağının da hangi ruh ve davranışta saklı olduğunu göstermiştir.

Çünkü en büyük yapım, en büyük yıkımın yapıldığı yerde olur. Çünkü en büyük yardım, en

muhtaç olana verilir. İşte bu yüzden, Osmanlı İslam Devleti’nin felaketi, İslam Âlemi’nin

565

gelecekteki saadetiyle telafi edileceğini, Çanakkale Zaferi bütün dünyaya gösterdi. Çünkü, Birinci Cihan Savaşı sonunda meydanda gâlip, masada mağlup oluşumuz, haksız yere yurdun dört bir yanından istilâlara uğramamız, vatanın yakılıp yıkılarak bir harabeye döndürülmesi, yapılan vahşet ve zulümler, hayatımızın mayası ve hayat suyumuz olan İslâm kardeşliğinin gelişmesini hızlandırdı. Biz incinir iken, İslâm Âlemi ağlamaya başladı. Avrupa daha da incitse bağıracaktı.

Asırlardan beri İslâm milletlerinin arasına girip yerleşmiş olan yanlış inanç, ihtilâf ve tefrikanın yâni bölünüp bölük pörçük olmuşluğu kaldırarak mevcut fitne ve fesadı, kökünden kurutup, büyük bir kitle ve bir kurtuluş topluluğu hâlinde ortaya çıkmanın artık zamanı geldiğini değil sadece Türk Milleti’ne bütün İslâm Âlemi’ne göstermiştir.

Çanakkale Zaferi, Millî Mücadele’ye atılmak için bize lâzım ve gerekli olan manevî gücü fazlasıyla vermiş, Kuva-yı Milliye denen İslâm Mücahitleri yurdu baştan başa sarmış, gönüllere istikbalin muştularını sunmuşlardı.

Çanakkale Zaferi maddeten yurdu kurtaracak Kuva-yı Milliye’nin doğmasına sebep olurken, mânen de kurtuluşumuza sebebiyet verecek ve milletin gören gözü, işiten kulağı, düşünen kafası olacak olan TBMM.’nin de kurulmasını netice vermiş ve Ehl-i Hal ve Akd denen, yani memleket mes’elelerini çözüme götürecek ve bunu sağlamak için de, meşveret, şura ve danışmayı yani istişareyi düstur ve prensip edinecek vatanseverlerin bir çatı altında toplanmasına bir vesile olmuştur.

Çanakkale Zaferi, Millî Mücadele gücünü bu millete vermekle, Doğu’nun uyanmasına da ve dolayısıyla İslâm Âlemi’nin dikkatlerini üzerine çekerek onların da kendilerine gelmesinde baş rolü oynamıştır.

“Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve doğruluk üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve hükmetme üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin kötülükleri, iyiliklerine galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir sebep, bir delil hükmündedir. Ve kısa zamanda üstün gelecektir.” (Hutbe-i Şamiye, B.S.N. , İstanbul-1960, s.31)

Müsbet fenlerle donatılmış olan İslâm gerçeği, medeniyet ve san’atın hakîkî rehberi ve teşvikçisi sayılan ihtiyaç ve yoksulluk yâni ihtiyaç içinde bulunmamız, müslümanları ilerlemeye, merak duygusu da, ilim edinmeye sevkederek, bir de insaniyete lâyık en yüksek gayeye olan meyil ve arzu ile donanarak, Batı’ya ilerleme yeri olan dünyanın, İslâm Âlemi için de bir ilerleme ve yükselme yeri yapılmasının artık imkânsız olmadığını, İslâm Âlemi yine Osmanlı aydınları olan İttihad ve Terakkî’nin önderliğinde ve İslâm Âlemi’ne örnek oluşunda görmüş ve tatbikata koymuştur. Üstelik en büyük yardımcıları yaratılışlarına konmuş olan ilerleme ve yükselme arzu ve emeli idi. Ki artık bunun farkındaydılar.

İnsanlığın başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde insanlığın eski hatalarına kefaret olacak bir saadete kavuşacaklarına, İslâm Âlemi bütün kalbiyle inanıyordu artık. Çünkü zaman doğru bir hat üzerinde hareket etmiyor, aksine bir daire içinde dönüyordu. Bazan ilerleyiş içinde yaz ve bahar mevsimi, bazan gerileyiş içinde kış ve fırtına mevsimini gösteriyordu. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın özellikle İslâm Âlemi’nin de bir sabahı, bir baharı olmalı, insanlık İslâm Güneşi ile dünya barışı içinde gerçek medeniyetin ne olduğunu görmeli, hayır ve hak din istikbalde mutlak üstün gelmeliydi.

Yeter ki, dehşetli bir hastalık olan ve İslâm Âlemi’nin kalbine girerek, O’nun yüksek ahlâkını öldüren ümitsizlik girdabından kurtulsun. Çünkü ancak ümitsizlikle uyuşturulmuş olduğu içindir ki, Batı’da bir iki milyonluk küçük bir devlet, Doğu’da yirmi milyon Müslümanı kendine hizmetkâr ve vatanlarını sömürge hükmüne getirmiş.

566

İslâm’ın  mânevî kuvveti ümitsizlikle kırıldığı için zâlim Batılılar dörtyüz seneden beri, üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmişlerdi. Halbuki ümitsizlik bütün yükselişlerin tek engeliydi. İslâm şehametinin işi değildi. Özellikle Arap gibi, insanlıkta medarı iftihar yüksek seciyelerle seçkin bir kavmin vasfı olamazdı. Kaldı ki, İslâm Âlemi ilk önce Arabın metanetinden ders almışlar. Yine Araplar  ümitsizliği bırakıp, İslamiyet’in Kahraman Ordusu olan Türklerle gerçek bir dayanışma ve birlik, beraberlik ile el ele verip İslâm Bayrağı’nı dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

Nitekim  -bir gazete yazmıştı-  bir İngiliz yüksek şahsiyeti, bir Suud yetkilisine: “Neden Türkiye’ye yanaşıyor, onu dost görüyorsunuz? Bizim dostluğumuz size yetmiyor mu? Sizin istiklalinizi biz sağlamadık mı? ” deyince Suud yetkilisi: “Evet diyor sizinle yakınlaştıktan sonra, ne mal olduğunuzu anladık, onun için biz Türkiye’yi hakiki dost biliyor ve öyle görüyoruz.” Diyerek susturucu bir cevap verir.

Evet, İslâmın birbirine halef – selef olmuş, iki büyük milleti olan Arap ve Türk tekrar baş başa verecek ve diğer kardeş İslâm milletleriyle, İslâm sancağını birlikte istikbal semalarında şerefle, şanla dalgalandıracaklardır.

İslâm Âlemi’nin etkilenmesinde ve uyanmasında, odak noktası yine 1908’de II.Meşrutiyet’in ilanıdır. Abdülhamid’in başlattığı, İttihad ve Terakki’nin devam ettirdiği İslâm Âlemi’yle kurulmaya çalışılan manevî bağlardır. Çünkü irtibatsız ittihadın, yani ilişki kurmadan birlik-beraberlik olmıyacağı bir gerçektir.

İşte Hürriyet’in ilânı ve onun meşru dairede düşünülmesi şartiyle imkân verdiği meşru meşveret, hakiki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası ve ruhu ise İslâmiyetti.

Osmanlı Hilafeti ve Türk Ordusu’nun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet Milliyeti’nin sadefi ve kal’ası hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş ve o kudsî kal’anın nöbetçileri oluyordu. Üstelik bu kudsî milliyet bağı ile, bütün müslümanlar bir tek millet hükmüne geçiyordu.

Artık aynı milletin fertleri gibi, İslâm taifeleri de birbirine İslâm kardeşliği ile bağlanmış oluyorlardı. Birbirlerine manen  -gerektirdiğinde maddeten-  yardım edeceklerdi. Sanki bütün müslümanlar nuranî bir silsile ile birbirlerine bağlanmışlardı.

Artık İslâm Âlemi tembellik ve  “nemelâzım”cılıktan vazgeçmesi icap ettiğini anlıyor, İslâm birliği ve hakiki İslâm milliyeti ile toparlanıp gayrete geliyordu.

Özellikle büyük ve tam kendine gelmiş veya gelecek olan Araplar; Türklerin ve bütün İslâm taifelerinin üstadları ve önderleri ve İslâmiyetin mücahitleri olmaları hasebiyle ve sonra büyük Türk Milleti, o kudsî görevin tam yardımcıları olarak, bu iki büyük milletin İslâm Âlemi katındaki sorumlulukları çok yüksekti. Yine İslâm Âlemi’ne önderlik ve rehberlik yapmaları onlara düşen en yüce bir görev ve mes’uliyet olmalıydı.

Araplar, Amerika Birleşik Devletleri gibi yüce bir durum almalı. Esarette kalan İslâm hakimiyetini mazide olduğu gibi, yine yeryüzünün yarısında, belki tamamına yakın bir kısmında kurmalı ve bunu başarmalıydılar. Çünkü Asya’nın bahtını açacak olan anahtar şura, yani meşveret, danışma, meclis usûlü idi. O da 1908’de II.Meşrutiyetle sağlanmıştı.

Artık İslâm’ın içtimaî heyeti, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde idi. Nasıl ki o fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin hareketi aksar. Demek ki İslâm Birliği’nin zamanı gelmişti. Artık zaman  İslâm Âlemi’nin birbirlerine çelme takma değil, birbirlerine omuz verecek bir zamandı. Birbirlerinin şahsî kusurlarına aldırış etmemeleri gerekiyordu.

Batılılar’ın bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline

567

çürük bir fiat verdiler. Onun gibi, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve sosyal

hayata temas eden ahlâkımızın bir kısmını da bizden aldılar. İlerlemelerine vesile yaptılar. Onun fiatı olarak da bize verdikleri kötü ahlâk ve davranışlarıdır.

Nitekim bizden aldıkları millî seciye ile bir adam der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir bâki hayâtım var.” İşte bu cümleyi bizden almışlar ve yükselişlerinde en sağlam esas budur.

Oysa Batılılardan içimize giren pis ve fena ahlâk itibariyle bencil bir adam bizde der: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur bir daha yağmasın.” İşte bu ahmakça söz, dışardan içimize girmiş zehirliyor.

Halbuki o yabancılar, bizden aldıkları milliyet fikri ile bir ferdi, bir millet gibi kıymet alır. Çünkü bir adamın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti, milleti ise, o kimse tek başına küçük bir millettir.

İşte bizim olan, bizden olan bu rûhu İttihad ve Terakki yeniden ihya etti. Vatanı kurtarma ve İslâm Âlemi’ni yeniden uyarma ve yeni bağlarla yeniden birliği sağlama yolunda öyle metîn ve âlim kişiler, tek başlarına bir millet hükmünde öyle büyük ve takdire şayan kahramanlıklar gösterdiler ve İslâm Âlemi’ne öyle güzel örnek oldular ki, maddeten Osmanlı Devleti tarih sahnesinden, şanına yakışır şekilde çekilirken istikbalde kendisini ve İslam Âlemi’ni daha gür ve daha kuvvetli bir şekilde dirilişlerini sağlayacak zemini hazırladılar.

Tabii ilk diriliş, Millî Mücadele’yle gerçekleşti. Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Kendisinden sonraki doğuşların da müjdecisi ve habercisi oldu. Daha önceleri başlayan diriliş hareket ve faaliyetleri, Millî Mücadele’nin verdiği yepyeni ilhamla mânen daha da güçlenerek devam edecekti.

“Türkiye’de Mutlakıyet’in devrilmesi ve Osmanlı’nın Meşrutiyet’e geçmesi,  ‘Bütün Şark ülkelerinde ilkel bir Despotizm hâkimdir.’  bahanesiyle Hindistandaki istibdadını meşrulaştırmaya çalışan İngiliz propagandasını temelinden sarsmıştır. Osmanlı İmparatorluğu gibi çok milletli bir yapıya sahip bir devlet demokratikleşebildiğine göre, aynısının Hindistan’da da uygulanmasını beklemek, öz yönetimde ısrarlı Müslümanların da hakkıydı. Sonra, artık Müslümanlar meşrutî hükümetin İslâm’a daha uygun olduğunu rahatlıkla savunmaya başladılar.

“Yine Jön Türkler, İstibdad’ı yıkmak için Osmanlı’da diğer unsurlarla iş birliği yapmışlardı. Niye Güney Asya’da Müslümanlar da, İngiliz’e karşı Hindular’a elini uzatmasınlardı?

“Türkiye’deki gelişmelerin silsilesi veya II. Abdülhamit’in İslamcılığı’nın ardından İttihat ve Terakkî’nin hürriyet-perverliğinin gelişi akabinde de Osmanlı’nın başta kapitülasyonları kaldırma gibi Batı’ya kafa tutma dönemine girmesi, ilhamını Türkiye’den alan Güney Asya Müslümanları’nın millî davalarında İslamcılık, Hürriyetçilik ve Bağımsızlık temalarının neden birbirleriyle paralel sürdürüldüğünü açıkça gösterir.

“(Kısaca) Güney Asya Müslümanları  ‘İttihad ve Terakkî’ vakıasını  ‘Asya Dirilişi’nin müjdesi olarak yorumlamışlardır.” (Hilafet Hareketleri, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Ankara-1991, s.14-15)

“Enver Paşa, Buhara’daki Türkler’in  ‘istiklal’  isteklerini ve bu yoldaki çalışmalarını büyük bir isyan hareketi hâline getirmeyi başarmıştır. Enver Paşa’ya daha İstanbul’dan ayrılmadan kısa bir süre önce Türkistanlılar’ın ve Buhara İttihad ve Terakkî Cemiyeti’nin gönderdiği bir raporun son bölümü şöyledir:

“…’Şimdi kalbimiz tamamiyle Büyük Türkiye’ye iltihak ihtirası ile çarpıyor. Bütün Türklüğün birleşmesi, ulvî maksatlarımıza uyan yoldur. Bugün arzumuz, emelimiz budur. Duygumuzun,

568

 

maksadımızın ulviyet ve meşruiyetini fedakâr ve genç Türkiye’nin bugün iş başında bulunan milliyetçi, vatan-perverleri hiç şüphesiz takdir ederler. Zira o vatan-perverler bizlerde henüz doğmuş olan bu mukaddes emeli o, bütün Türklüğün millî birliğini, zaten çoktan, hayatlarının gayesi saymışlardır…’ ” (Uyanan Dev Türk Dünyası, Muhittin Nalbantoğlu, 13 Mart 1992, Tercüman.)

Buhara (Türkistan) heyetinden sonra Amkara’ya gelen Azerbaycan temsilcisine, TBMM Orduları Başkumandanı sıfatıyla Mustafa Kemal, 1921 Ekim’inde Hakimiyet-i Milliye’de yayınlanan konuşmasında şunları söylüyordu:

“Şu kudsî mücadelede milletimiz, İslâm’ın halâsına, dünya mazlumlarının refahının gelişmesine hizmet etmekle de müftehiriz (iftihar ediyoruz). Milletimiz, bu gerçeklerin kardeş Azerbaycan’ın temsilcileri tarafından da tasdik edildiğini işitmekle büyük bir saadet duyar. Rumeli, Anadolu halkı Âzerî kardeşlerinin kalbinin kendi kalbi gibi çarptığını bilirler. Azerî Türkler’in bir daha esarete düşmemeleri ve hukuklarının payimal edilmemesi temennî ve arzusunu izhar eylerler. Azerî Türkler’in dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz olduğu için, onların muratlarına nâil olmaları, hür ve bağımsız olarak yaşamaları, bizi pek ziyade sevindirir. Türk’ün saadeti ve mazlumların halâsı yolunda Azerbaycan Türkleri’nin de kanını dökmeye amâde bulunduklarına dair beyanatınız, istilâcılara karşı Türk’ün ve mazlumların kuvvetini artıran pek kıymettar bir sözdür.” (Aynı makale, 7 Mart 1992, Tercüman.)

Ankara hükümeti yokluk içinde, son ölüm kalım savaşına devam ederken, Ankara’ya Azerbaycan ve Buhara Türk Cumhuriyetleri’nden ilk sefaret heyetleri de çıkagelirler. Buhara heyeti başkanı, Açıksöz’ün 17 Ocak 1921 tarihli ve 361 sayılı nüshasında yayınlanan konuşmasında şöyle demekteydi:

“Anadolu’nun kıyamı, bütün Asya’da yeni bir devir açıyor, bu yeni devir Asya’daki bütün Türkler’in halâs (kurtuluş) devri ve Asya’da İngiliz tahakkümünün kırılması devridir. Asya’da yeni bir güneş doğuyor. Buhara’lılar adına ben, bu yeni doğan güneşi selamlıyorum.” (Aynı makale, 7 Mart 1992, Tercüman.)

“Türkiye’de istiklal ve kurtuluş mücadelesi yapılırken Türkistan ve Buhara çalkantılar içinde idiler. Ancak Anadolu mücadelesine yardım etmek mes’elesi ortaya çıkınca, hemen hepsi de, bu konuda bir mutabakata varmışlardı. Buhara Cumhurbaşkanı (Osman Kocaoğlu) anlatıyor:

“Türkiye, Tanzimat’tan beri dışarıdaki bütün Türkler’e yenilik yani teceddüt örneği olmuştur. Buhara’nın o zaman dört buçuk milyon nüfusu vardı. Buhara parlamentosu, Türkiye’ye yüz milyon altın ruble yardımını, tek itiraz sesi yükselmeden bir anda ve tam bir oy birliği ile aldı. Hararetli tezahüratla, alkışlarla kabul etti.

“(Ne yazık ki,) Buhara Cumhuriyeti’nin Rus hazinesine Moskova darphanesinde para olarak kesilip Türkiye’ye ödenmek üzere teslim edilen bu altınların büyük bir kısmı, o zamanki Moskova yönetimi tarafından gasbedilmiştir!” (Aynı makale, 10 Mart 1992, Tercüman.)

“Sakarya Zaferi de bütün esaret altındaki ülkelere, Türklerin gösterdiği bu üstün örnek, onlara istiklal ve hürriyetleri uğrunda yapabilecekleri fed

Önceki İçerikZavallı Obama, Gariban Merkel
Sonraki İçerikGöç Sorunu
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.