20. Asır, 19. Asra göre; 19. Asır, 18. Asra göre; 18. Asır, 17. Asra göre çağdaşsa; her asır aynı zamanda hem çağdaş hem değil! Tıpkı kubbeyi meydana getiren taşların birbirlerine hem mahkûm hem hâkim oluşları gibi. Bu durumda her asır; hem çağdaş hem çağdaş değil! Çünkü bizler bir asır öncesine göre, kendi çağımızda, bir asır ilerde olarak; sonrakilere göre de, yine kendi çağımızda, ama bir asır geride olarak yer almış bulunuyoruz.
O hâlde “çağdaşlık” nedir? Bence çağdaşlık fikrinde, zikrinde, görüşlerinde ve yorumlarında muhalled olabilen, klâsik kalabilen, hep taze, hep geçerli, her zaman kalıcı olabilendir.
Çağdaşlık ibnüzzaman olmaktır.Çağdaşlık dünü düşünüp, yarını hayâl etmek değil, günü yaşamaktır.Ânı yaşamaktır. Bir sâniye önce yok artık. Bir sâniye sonrası ise meçhûl! O hâlde hep ânı yaşamalıdır. Zaten ömür dediğimiz, ânların toplamından başka nedir?
“Yarın diyen helâk oldu.” İfadesinden de, günün gereğini yerine getirmemiz istenmiyor mu? Çünkü yarının da yarını var. Bizim, yarını olmayan günde yaşamadığımız ne mâlûm?
Çağdaş, muhalledât olandır. Her dem taze kalabilendir. Dünü, günü ve yarını aynı anda kucaklıyabilendir.
Yunus’un: “Hergün yeniden doğarız, bizden kim usanası?” dediği gibi eskimeyen, hep yeni kalan, nisyana terkedilmeyen değerler; ancak çağdaş mefhumuna dâhil olabilir. Tıpkı Yunuslar, Mevlânâlar, İbrahim Hakkılar, Âkifler, Yahya Kemaller gibi kökü mâzide olan âtiler, çağdaş kategorisine girmeye hakkıyla hak kazanmışlardır.
Her yeni güzel olmadığı gibi, her eski de ille de çirkin değil. Keza her eski çirkin olmadığı gibi, her yeni de ille de güzel değil. Güzel veya çirkin oluş, ne eskilikten ne de yenilikten ileri gelir. Güzel veya çirkin oluş; nesnenin zâtından meydana gelen bir husustur.
Bir şey ne yeni ne de eski olduğu için iyi, doğru ve güzeldir. Yâni değildir. Her mekân ve zamanda iyi, doğru ve güzel vardır. Bu vasıflar, nesnenin keyfiyet / içerik hususiyetlerinden doğar. Zaman ve mekânla kayıtlı değildir.
Demek ki çağdaşlık; zemin ve zamanın gereğini yapabilmektir. Bu durumda herkes; gerekeni yapıp yapmamakla çağdaş veya gayri çağdaştır.
İsmail Habib Sevük’ün bâzı sözleri, aynı zamanda çağdaşlık kavramına da açıklık getirmektedir:
“Dünyanın her yerinde güzel manzaraları gör. Lâkin o görüş kendi vatanını çirkin gösterirse, vatanın kayboldu. Daha iyiyi görmek; vatanı daha iyiye götürmek içindir.
“Eskilik sâdece mâziye tahassür / hasret; yenilik, sadece maziden teneffür / nefret değil. O mazinin çürüten rûhunu görmek, eskilikten; şeref olan kıymetini görmek de, züppelikten kurtulmaktır.
“Gençler, lâyemutlarımız / ölümsüzlerimiz olduğu için lâyemutuz.
“Mâzinin malı değilsin müftehir ol / iftihar et. Lâkin yalnız hâlin mahsûlü de değilsin gâfil olma. Görünen hâl ile, görünmeyen mâziden doğdun.
“Oh akan bir nehirsen, yalnız munsabın / dökülen yerin değil, menbaın da olacak.
“Biz bir ayağı mâzide, diğeri âtide / gelecekte olan bir köprü üzerindeyiz.
“(Unutmıyalım ki) Nereye gittiğini bilenler, nereden geldiğini bilenlerdir.” (İsmail Habib Sevük, Edebî Yeniliğimiz, 1930)
Gök kubbe altında yeni bir şey yok! Hakikat ve güzelliklerin yeni bir ifade ve farklı bir
biçimde yeniden ortaya konulması vardır.
Her yeni; klâsik / muhalled / kalıcı / eskimez, eskinin değişik yer ve zamanlarda değişik kimselerce başka bir tarzda, yepyeni bir biçimde, tasvir ve tahririnden / yazılmasından başka bir şey değildir.
X
Çağdaşlık taklit değil, kopya etmektir. Nitekim: “Japonya kendi gelenekselliği içinde Batı’daki teknolojik çağdaşlığı kopya ederek kazanmıştır, taklit ederek değil. Kopya etmekle taklit etmek arasında (ise) bir yazıyı kopya etmekle taklit etmek arasında ne fark varsa, o kadar fark vardır.” (Çetin Altan, 9 Aralık 1992, Sabah.)
Taklit etmekte, hem ruh hem de şekil başkasınındır. Kopya etmekte ise rûh bizim, biçim başkasınındır. Taklitte rûhen de benzemeye çalışmak vardır. Tıpkı bir tavuğun; şahinin veya kartalın uçuşunu taklit etmesi gibidir ki, insanı gülünç bir duruma sokar. Üstelik başkasının yürüyüşünü taklit edeyim derken, kendi yürüyüşünü unutur.
İnsanı sevmek başka, beğenmek daha başka bir şeydir. İnsan her zaman zâtı için sevilmez. Bazen ona karşı duyulan sevgi ve saygı; sıfat veya san’atı, yahut yaptıkları içindir. Demek ki her bir kişinin, her bir sıfatını beğenmek gerekmediği gibi, her yaptığının da doğru olmadığını söylemek ve reddetmek yanlıştır.
Bundan dolayı sevmediğimiz birinin, doğru olan bir sıfatını, güzel bir san’atını beğenip, onu benimsemek ve iktibas etmek / almak yanlış olmasa gerek.
Bir binanın farklı açılardan ve yerlerden yüzlerce değişik fotoğrafı çekilebilir. Çeken, niyet ve isteğine göre binayı güzel de, çirkin de gösterebilir.
Kişiler de, çok yönlü olması hasebiyle, kendilerine çeşitli zâviye ve açılardan bakılabilir. Bundan dolayı herkes, kendi âyînesinin rengine göre, şöyle veya böyle görebilir ve gösterebilir.
Bütün büyük zâtlar; idealist değil, realist / çağdaş oldukları için muvaffak olabilmişlerdir. Çünkü idealde doğru olan, realitede doğru olmayabilir. İdealist olmak herkesin kârı, realist / çağdaş olmak ise, basiret ve feraset sahiplerinin işidir. İdealist olmak kolay, realist olmak ise zordur. Asıl olan ise, realistlik yâni çağdaş olabilmektir.
Çünkü zâtında doğru olan bir şey, muktezayı hâle yâni zemin ve zamana uygun düşmeyebilir. Meselâ aslında ideal ve güzel bir fikir olan adem-i merkeziyetin / yerinden idare ve yönetimin; bünyemize uygun olmadığı gibi. Zira bedenimize uymayan bir libas ve elbisedir. Çünkü adem-i merkeziyet, bizde Beylik ve Muhtariyet ve Özerkliğin öncüsü olarak, ancak parçalanıp dağılmayı netice vereceğinden, yâni fiiliyatta kötü bir sonuç doğuracağından, realitemize ters düşmektedir.
Çağdaş düşüncede doğuş değil, oluş asıldır. Çünkü insanlar doğuşlarıyla değil, oluşlarıyla birlik teşkil ederler. Sendikalar, dernekler, okul aile birlikleri, taburlar, bölükler bunun somut örnekleridir. Demek ki aynı yeri, aynı zamanı ve aynı maksadı paylaşmak bir sınıf muhabbeti doğuruyor ki, bir araya gelmekte asıl temeli de zaten bu oluştur.
Doğulan yer değil, doyulan yerde yaşar insan. “Şeyh Sadi merhum bir gazelinin makta’ında (son beyit) : ‘Ey Sadi, vâkıa (Hubbü’l-vatanı mine’l-iman) yani Vatan muhabbeti imandan gelir, hadis-i sahihtir. Lâkin ben burada doğdum diye insanın tevellüd etdiği (doğduğu) yerde hakaretle ölmesi doğru değildir.’ Demiştir.” (Mesnevî, Terceme ve Şerheden: Tahir-ül-Mevlevî, 2. Baskı, İstanbul-(Tarihsiz) C. 1, s. 55.)
Elbette doğum yeri özlenir ama faaliyet; oluşta ve doluştadır. Nitekim BAB, NATO, CENTO, Üçüncü Dünya Ülkeleri ve dağılan VARŞOVA PAKTI üyelerinin birliği gibi bloklar; doğuşla değil, oluşla alâkalı kuruluşlardır.
İster istemez fert veya cemiyet, takdire rıza gösteriyor, reddedemiyor. Yani içinde bulunduğu oluşun verdiği imkânlar ölçüsünde vaziyet alıyor. Ancak oluşuna göre, oluş çerçevesinde kendisine çeki düzen veriyor. Tıpkı insanın milliyetini bir bakıma konuştuğu lisan ve dilin tayin etmesi gibi.
Velhasıl, her asrın insanı çağdaş olabildiği nispette başarılı olmuştur. Çünkü çağdaşlık, istenenin değil, gerekenin yapılmasıdır.