Makroekonomik ölçümlerden biri olan büyüme verileri, ülkenin toplam ciro artışını gösterir bir ölçüttür.
Kalkınma ise; ülkenin üretim biçimindeki, teknolojiyi kullanma biçimindeki, özellikle dış ticaret biçimdeki köklü yapısal değişim ve ilerlemeleri tarif eder.
Geçen günlerde 2017 yılı 3. çeyrek büyüme verileri açıklandı, müthiş yüksek bir oran % 11,1!
Bu oran dünya rekoru bir büyüme oranına tekabül ediyor, 2017 yılı itibarıyla bizden başka bu kadar büyüyen dünya ülkesi yok!
Sadece 3. çeyrek değil, 2017 yılı başından beri büyüme oranının yüksek oluşunu birçok etkenle açıklayabiliriz,
–TÜİK’in büyüme oranının hesaplamasında yaptığı teknik değişiklik nedeniyle, geçmiş yılların iki katından daha yüksek bir orana ulaşılması.
–Büyüme rakamlarına ulaşırken en önemli etken unsur “aşırı iç tüketim” artışı olması.
–Kredi genişlemesi politikası ve borçlanma teşvikleri.
–Beyaz eşya gibi sektörlerdeki vergi indirimleri ile tüketim artışı teşvikleri.
–Aşırı kamu harcamaları.
Bu etkenler sonucu; büyümenin sağlanması için teşvik edilen iç tüketim artışının olumsuz tarafı ise “enflasyon oranı“nı da patlatmış olmasıdır.
Büyüme oranı artarken, tüketici bazlı yıllık enflasyon da % 13‘lere doğru hızla yükseldi.
Ben, bazı makro iktisatçılar gibi büyüme oranlarını çok ciddiye alan bir ekonomist değilim.
Büyüme rakamlarına nasıl ulaşıldığına bakarım, oranın salt büyüklüğüne değil!
Türkiye’de en derin krizlerinin aşırı yüksek oranda büyüme yılları sonrası oluşmuş olduğunu da hatırlatırım.
Çünkü büyüme denilen unsur konjonktüreldir, ithal mallardaki serbestleşme ve ithal ürün yelpazelerindeki teknolojik gelişmeler nedeniyle yaşanılan talep artışı ile de aşırı büyüme sağlanabilir.
Türkiye’de ihracat artışı olsa bile, bir birim ihraç malı “nihai ürün” üretmek için, birçok birim “ara mal” ürünlerin ithalatının gerektiğini, bunun da aynı zamanda “toplam ithalatı” arttırdığını belirtmekte fayda var.
Büyüme oranları artınca, milli gelir rakamlarının artışı da aynı şekilde, “ithalat artışı” ile daha da kabarmış kıvama gelir.
Fakat bu aşırı tüketim ve dışa bağımlılık sarmalı nedeniyle aşırı ısınan ekonomiler, yıllar sonra ülkeyi derin bir krize sürüklerse, gelmiş geçmiş büyüme oralarının alayı efsane olur!
Salt yüksek büyüme oranları açıklayarak, rakam oyunlarıyla güya sınıf atlayan büyük bir ülkeyiz algısı yaratmak, koca bir yalandır.
Ekonomilerde “enflasyonist dönem” denilen dönem “CANLANMA” dönemidir, enflasyonu patlatırsan, ekonomiyi de aşırı ısıtıp, rakamsal olarak büyültebilirsin.
Bu durum hatta seçimler öncesi daha belirgin bir şekilde tercih edilen, siyasi çıkar elde etme metotlarından başka bir şey değildir!
Ekonomilerde “deflasyonist dönem” denilen dönem ise “DARALMA” dönemidir, tüketimi çok baskı altına alırsan, bu sefer de ekonomiyi küçültürsün.
Bir ekonominin ne aşırı enflasyona ne de aşırı deflasyona girmesi arzu edilmez.
Fakat yanlış büyüme politikaları, ileride ekonomilerin aşırı daralarak tüm büyüme dönemlerini geri almakla kalmayıp, daha ileri durumlarda ekonomik depresyona da sokabilir.
Bu nedenle büyüme oranı rakamlarına nasıl ulaşıldığını iyi incelemek gerekiyor.
Kalkınmayı ise; bir ülkenin sınıf atlaması olarak da adlandırabiliriz.
Kalkınma “tarımsal” olabileceği gibi, “endüstriyel” de olabilir.
Kalkınma, bir ülkenin üretim, tüketim ve tasarruf biçimindeki köklü değişimler demektir.
Büyüme oranlarını hesaplarken ulaşılan gibi öncelik “toplam tüketim” değil, ekonominin “toplam üretim” ve “toplam tasarruf” tarafı kalkınmanın önceliğidir.
Ülkenin tasarruf açıklarının nasıl kapatılacağı, bölgesel farklılıkların nasıl azaltılacağı, gelir dağılımı adaletininin nasıl sağlanacağı, tüm ekonomik sistemin koordinasyonunun nasıl oluşturulacağı gibi sorulara yanıtlar aramak, planlı kalkınma modellerinin temelini oluşturur.
Bu nedenle çok konuşulmayan “KALKINMA” yerine, güncel “BÜYÜME ORANLARI” ile bir ülkeyi tartıp ölçmek, her zaman doğru sonuçlar vermez.
Büyüme oranlarını çok yüksek göstermek, konjonktürel ölçümlerdeki teknik değişikliklerle, borçlanarak aşırı tüketim ve kamu harcamalarıyla, başarılı bir ekonomi yönetimi olduğu algısı yaratmaktan öte değildir.
Türkiye’nin gelecekte daha verimli işlerde kullanacağı kaynakları bir çırpıda tüketmenin bedelini elbet bir gün ödeyeceğiz.
O gün, soyut yaratılmış algılarla değil, somut yaşanılan gerçeklerle bir bir yüzleşmiş olacağız.