Mensup olmakla övündüğümüz Türk Irkı, şimdiye kadar birçok devlet kuran bir topluluk gibi gösterilmiş ve bu netice bir hakikat diye herkes tarafından kabul edilmiştir. ” Çok devlet kurmak “, ilk bakışta bir meziyet gibi gözükmekle beraber dikkatle mütalaa olununca böyle olmadığı anlaşılır. Çünkü ” Çok devlet kurmak ” iddiası kabul edilince bunun tabii neticesi olarak bu devletlerin gayet kısa ömürlü birer müessese olduğu da, benimsenmiş olur ki, bundan da Türklerin devamlı devlet kurmak kabiliyetinden mahrum, istikrarsız bir millet oldukları neticesi çıkar.
Acaba hakikat bu mudur? Türkler hakikaten çok, fakat kısa ömürlü devletler kuran bir millet midir? Bu fikir, Türk Milliyetçilerinin de fikri olabilir mi?
Türkçülük bir dünya görüşüne malik olmalı ve onun kıyafetten takvime, soyadından aile telakkisine kadar her şeyi kendi zaviyesinde mütalaa eden fikirleri bulunmalıdır.
Bu mütalaalar milli şahsiyeti yaratacak ve milli şahsiyetin değeri nispetinde bize kıymet kazandıracaktır. Ben şimdi devletimiz hakkında fikirlerimi açıklayacak ve mesele üzerinde Türkçüleri düşünmeye davet edeceğim:
Otuz asırlık tarihimizde biz iki devlet kurduk. Birincisi, tarihin karanlıklarından itibaren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaydedilen devlet yani Türkistan’ da ki, asıl Anayurttaki devlet; ikincisi de Onbirinci asırda kurulup günümüze kadar gelen Ön Asya’da ki devlet, yani bizim devletimiz, Anayurt dışında kurulan devletler bu hesaptan hariçtir.
“Çok devlet” iddiası hükümdar hanedanlarını devlet sayan Şark Tarihçilerinin bize aşılayıp kabul ettirdikleri yanlış telakkiden doğuyor. Türkler, tarih yapan, fakat yazmayan bir millet olarak tanınmışlardır. Kendilerinden bahsettikleri Orkun yazıtları n da bile “Yukarı da mavi gök, aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra ikisi arasında ki insan oğulları yaratılmış, insanoğulları üzerinde ecdadım bumun Kağan, istemi Kağan hakim olmuş” şeklinde gayet kayıtsız ve kısa bir ifade kullanmışlar ve dikkate şayandır ki insan oğulları olarak da yalnız Türkleri saymışlardır.
Müslüman olduktan sonra ise, Arap, Acem tarihçilerinin telakkilerini tamamıyla benimsemişler, her hanedanı ayrı bir devlet ve hanedanlar arasındaki çarpışmaları milli savaşlar saymak gibi yanlışlıklara düşmüşlerdir.
Türkçü görüş, bu telakkiyi reddeder. Bizim telakkimiz tarihin hakikatlerini kendi zaviyemizden gören bir telakkidir. Tarihi, olduğundan büyük veya değişik göstermeye lüzum kalmadan kendi görüşümüzü ortaya sürmek ve başkalarının bizim hakkımızdaki görüşlerini kabul etmek gibi bir aşağılık duygusundan uzak bulunmaya mecburuz. Kendimizi başkalarının gözü ile tanıyacak değiliz.
Size bir örnek vereceğim: Bazı coğrafya kitaplarında “falan asırda dünyanın bilinen kısımları” diye haritalar vardır ve bu haritalarda Anayurdumuz meçhul bölümler arasında gösterilmiştir. Ecdadımızın oturduğu yerleri herhangi bir asırda herhangi bir millet bilmeyip de kendisince meçhul yerlerden sayar ve biz de bunu aynen kabul edersek bu objektif bir görüş mü, yoksa gaflet mi olur?
Eskiden mektep kitaplarında milli tarihimiz hicri 699 daki ” İstikal-i Osmani” ile başlardı. Şimdi öyle başlamıyor amma çok çok 1071 Malazgirt savaşına kadar gidiyor ve Anadolu’yu dolduran Karamanoğulları, Aydınoğulları gibi beylikler ayrı birer devlet olarak sayılıyor. Bu telakki hala hanedanları milleten üstün tutmak zihniyetinin mevlududur.
Devletimiz şu şekilde kurulmuştur: On birinci Asırda Anayurtta, yani Türkistan da, Karahanlılar sülalesi vardı. Anayurt dışında ve Karahanlılarla sınırdaş olarak da yine Türkler tarafından kurulmuş Gazneliler devleti bulunuyordu. Ecdadımız olan Türkmenler yani Oğuzlarla Karlukların Müslüman çoğunluğu bu iki Türk devleti arasında onların hakimiyeti ihtiraslarına alet olduktan sonra Gazneliler devleti bulunuyordu.
Ecdadımız olan Türkmenler yani Oğuzlarla Karlukların Müslüman çoğunluğu bu iki Türk devleti arasında onların hakimiyet ihtiraslarına alet olduktan sonra Gazneliler tarafından kendilerine verilen topraklara girdiler. Fakat askerliklerinde ki kuvvet ve şiddet dolayısıyla metbuları olan devleti ürkütmekte gecikmediler.
Gazneliler Türkmenlerin kudretini kırmak için başkanları Arslan Yabgu’yu hile ile yakalayarak hapsettilerse de başkanlarını kaybetmek onların gücünü kırmak şöyle dursun bilakis hınçlarını artırdı ve Gaznelilerle yapılan bir sıra çarpışmalardan sonra nihayet 1040 da kazanılan ” Dandanakan” meydan savaşı ile Horasan da müstakil bir devlet kuruldu. İşte Horasanda kurulan bu devlet, İslam müverrihlerinin hükümdar sülalesine izafetle Selçuk Devleti dediği bu yeni teşekkül bizim devletimiz, yani Türkiye’dir.
Horasan da kurulan bu devlet Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu’yu sonradan fethetmiş ve en son aldığı Anadolu’nun kapıları 1071 Malazgirt savaşı ile açılmıştır. Selçukluların Türkiye İslamiyet’ten önceki ve sonraki bütün zamanlarda olduğu gibi, birkaç hükümdarla birden idare olunurdu. Devletin genişliği ve Türk hâkimiyet telakkisi bunu gerektiriyordu. Selçuk Türkiyesinde dört sultan bulunuyor fakat bunlardan üçü Horasanda ki büyük sultanı matbu tanıyordu. “Rum” yani Anadolu’da ki sultan bu tabi hükümdarlardan birisi idi. Bütün eski tarihlerimizde olduğu gibi tabi hükümdarlar, büyük sultana danışmadan yabancı komşularıyla ve hatta bazen birbirleriyle de çarpışıyorlar, fakat bu hal, Avrupa milletlerinde de gördüğümüz gibi devletin birliğini bozmuyordu.
Türkiye’nin tarihindeki garip bir tecelli ile devletimiz, bütün diğer devletlerden farklı olarak kurulduğu topraklar üzerine tutunan tek devlet örneği olarak kalmıştır. Almanya, İngiltere, Fransa hala kuruldukları topraklar üzerindedir ve normal olanı da budur. Bilfarz Fransa Galya’yı kaybedip de nüfusunun yarısı ile Kuzey Afrika’ya yerleşse veya İngiltere Britanya adasının Güney bölgesinden çıkarılıp İskoçya’ya sığınsa bu durum tabii sayılabilir mi? Sayılamaz. Onun gibi bizim de kurulduğumuz toprakları, hala Türklerle meskûn ve bu devleti kuranların mezarlarıyla süslü toprakları unutamayıp hissen oraya bağlı kalmamız kadar tabii bir netice olamaz.
Aile, cemiyet veya devlet, herhangisi olursa olsun bir topluluk faziletle kurulursa sağlam olur. Temelinde rezilet bulunursa çabuk çöker. Devletimiz faziletle kurulan topluluktur. Tarihe yiğitlik ve feragatle girmiştir. Devlet kurulduğu zaman başkanlığa üç namzet vardı. Fakat bu mevkie en büyükleri olan Musa Yabgu veya en kahramanları olan Çağrı Beğ değil en küçükleri Tuğrul Beğ geçirildi. Bunda savaş meydanlarındaki çelik kılıçlı demir bileklilerin, barıştaki insanı kalplerinden taşan bir şefkat duygusunun izlerini de görüyoruz. Çünkü Tuğrul Beğin çocuğu olmuyordu. Amcası ve kardeşi onun bu büyük ıstırabını devlet başkanlığı ile gidermek yolunu tuttular. İşte, devletimizin ilk başkanı, büyük Sultan Gazi Tuğrul Beğdir.
Selçuk hanedanlarından sonra bu devletin başında Çingiz hanedanı bulunmuş, büyük Çingiz İmparatorluğunun batı kolu olan İlhanlılar, sıklet merkezleri Azerbaycan olduğu halde Türkiye’yi yürütmüşlerdir.
Şimdiye kadar Çingiz halefleri, bizim tarihlerimizde Moğol veya Tatar diye anılarak yabancı bir devlet ve hanedan diye gösterilmiştir. Hakikate uymayan bu fikri kabul edince Türklerin uzun bir zaman yabancı hakimiyet altında yaşadığını da kabul etmek gerektirir ki bu da şimdiye kadar hiçbir zaman istiklalini kaybetmemiş bir millet olduğumuz hakkındaki övüncümüzü ortadan kaldırır. Eski Gök Türklerden indiği, çağdaş Çin müverrihleri tarafından kabul edilen Çingiz Han kültür ve mefkûre bakımından da Türk’tü. Onu yabancı gösteren şey, on üçüncü asırda artık Müslüman bir millet olan Türkler arasında eski dine bağlı kalan bir azınlığa mensup oluşu, bir de Moğollar üzerinde hakim bir ailenin ferdi olarak Arap ve Acemler tarafından Moğol diye ilan edilişidir.
İkinci hanedanımız olan İlhanlıların en büyük hizmeti Anadolu ve Azerbaycan’ı kati ve nihai surette Türkleştirmeleridir. Çünkü On birinci Asır başlarında en iyimser hesapla bir buçuk milyon tahmin edilen Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşenleri yarım milyondan fazla değildi ve bu nüfus bir asır kadar Rum, ermeni ve Gürcülere karşı taarruz, bir asır kadar da Latin ve Germen Avrupa’sına karşı amansız müdafaa savaşları yapmak mecburiyetinde kalmıştı.
Birinci Kılıç Arslan’ın Haçlı sürülerine karşı toplayabildiği Türk kuvveti ellibin kişişi ancak buluyordu. İşte bu kadar az olan Anadolu Türklerinin tarihte Hindistan, Çin ve Mısır’daki hakim Türklerin başına gelen “Temsil” felaketine uğramamaları İlhanlıların Anadolu’ya getirdikleri yeni Türk unsurları ve Anadolu’yla Azerbaycan’daki yabancıları büyük ölçüde sürdürmeleriyle kabil olmuştur. Bunu vahşet sayan Avrupalıların Türkistanda büyük kırgınlıklar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahalisini top yekûn öldüren Makedonyalı İskender’e “büyük” sıfatını vermeleri mantıksızlığın ve biraz da bize karşı kinin mahsulüdür.
Avrupalılar bütün Asya Milletlerini yenebildikleri halde Türklerin tek başlarına bütün batı dünyasına karşı asırlarca süren şerefli mücadele ve müdafaasını unutamıyorlar. Onun için kendilerinde ve başkalarında normal gördüklerini bizde kusur olarak ileri sürüyorlar. İlhanların Azerbaycan’ı kesin olarak Türkleştirmeleri Acemleri de garip iddialara sevk ediyor. Onarın fikrince “Moğollar” Azerbaycan’ı alıp Acem olan ahalisinin diline iğneler sokmak suretiyle halkı “Türkçe” konuşmaya icbar etmişlerdir. Bir milletin, diline iğne sokulduğu için yabancı bir dili topyekûn öğrenerek konuşmaya başlamasının hakikatle bağdaştırılmasında ki gülünçlüğü dinleyiciler takdir eder.
İlhanlılar çağında bu devlet Tebriz ve Merega civarından idare olunmuştur. Nasıl İznik, Konya, Kayseri, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara şehirleri başkentlik yapmışsa Azerbaycan’ın şehirleri de bir zamanlar aynı vazifeyi ifa etmiştir. Bu; cevvaliyetin, hareketin, enerjinin ve gençliğin alametidir. Nitekim milletimiz Yirminci asrın medeni milletleri içinde göçebe halka malik tek milletse bu onun geriliğinden ziyade hayatiyetini ve gençliğini gösterir. Anadolu’da bizden önceki Hitit ve sair milletleri mahveden sıtma gibi hastalıklar Türkleri yok edemedi edemeyecek. Köy ve kasaba sıtmadan kırılanların yerini derhal yayla ve dağdaki göçebeler işgal ederek siperde ölen askerlerin yerini tutan yeni kuvvetler gibi tarih ve zaman içindeki vazifelerini almaktadır.
Bir asır süren İlhanlı Hanedanı sırasında, yanlış tarih telakkisinin müstakil hükümdarlar saydığı Osman Gazi ve onun oğlu Orhan Gazi birer şanlı uç beyinden başka bir şey değildi.
Yine aynı yanlış tarih telakkisi Temür’ün yabancı, tatar ve düşman sayılmasını intaç etmiştir. Temür veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre “Aksak Temir Bek”, Kunlar, Gök Türkler ve Çingiz gibi mefkurevi Türk Devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim yani Türkiye Türklerinin milli düşmanımız saymak yanlıştır, günahtır. Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara savaşını bir kader kavgası saymak mecburiyetindedir. Ankara savaşında Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan haini miydi? Bu kadar çok vatan haininin bir araya gelmesi ne imkân var mı? Onlar bu kavgayı bir hanedan ve otorite kavgası sayıyorlardı. Aksak Temir Bek Umumi Türklük bakımından suç işlemiş midir? Bunun münakaşasını bir tarafa bırakıyorum. Çünkü her insanda kusur bulunabileceğini kabul ediyoruz. Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz Fatih, Yavuz, Kanuni hatta Alparslan’da kusur yok mu idi? Gene en büyük fertler sayacağımız Mete’de, Kürşad’da, Tonyukuk’ta KülTeğin de bir takım kusurlar bulunmaz mı? Elbette Aksak TemirBekde büyük Türklük bakımından bir takım hatalı hareketler yapmıştır. Fakat o ilerisini görebilen bir insandı İslav tehlikesini görmüş ve Yıldırım’a Rus-Leh-Litvan sürüsünü müştereken imha etmek teklifini yapmıştır. Avrupa şövalye ordularını tepeliyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu reddetmiştir. Acaba reddetmeseydi de o iki muhteşem ordu birleşseydi ne olurdu? Şimdi aramızda bulunan bir Türkçü şairin dediği gibi;
Bütün Türkler bir olsa başkalaşır gidişler.
Aksak Temir Bek yalnız büyük Türk şairi Abdülhak Hamid tarafından başka bir görüşle mütalaa edilmiş ve kendisine hak verilmiştir. Hamid’in “Kambur” adı altında birleştirdiği beş piyesi vardır. İlhan, Tarhan, Tayfalar Geçidi, Ruhlar, Arziler ilk ikisi dünyada, üçüncü ve dördüncüsü uhreviyet âleminde sonuncusu gene dünyada geçen ve birinin zevali olan bu piyeslerin üçüncüsünde Aksak Temir’in ruhu da konuşmaktadır. Eserlerin baş kahramanı olan “Kambur” Abdülhak Hamid’in kendisidir. Şair bütün fikirlerini felsefelerini, her şeyi ona söylemektedir. Kamburun kendisi olduğunu bizzat Hamid tasrih ediyor. Gariptir ki bu eserlerde “Kambur” Aksak Temir’in babası olarak gösterilmektedir. Hiç şüphesiz Hamid Aksak Temir Beğin babasının Turagay olduğunu biliyordu. O halde niçin kendi felsefi ve fikri şahsiyetinin oğlu olarak kaleme almıştı? Her halde büyük adamlardaki altıncı duygunun, sezginin tesir ile Hamid onun ülküsünü kavramış ve takdir etmişti. Hamid “Tayfalar Geçidi”nde Aksak ve Temir’in ruhuna şöyle dedirtiyor:
Ben a’recim (1), yolumda fakat sanma aksadım;
Tatar ü Türk’ü müttehit etmekti maksadım.
İnsan yaratmak üzre yok ettim ceninleri:
Elbet duyulmaz onların ah ü eninleri.
Dar-i fenayı ben boyadım keyfe mettafak,
Sizler o rengi kan deyiniz, ben derim şafak!
Tatahir için zamaneyi kanlar döken, yıkan
Ma’fü olur Melaikeden almış olsa kan…
İnsan yaratmak üzere ceninleri yok etmek, büyük eser çıkarmak için yapılan acı bir ameliyattır ve başkaların akan rengi gibi gözüken şeyin şafak olması da beşeri her hadisenin zıt olan zümrelere başka başka gözükmesinden ibarettir. Devrin çirkefini yıkamak için kan kullanmak ve bu kanı meleklerden almak Hamid’e yakışan heybetli bir fikirdir.
Aksak Temir zamaneyi tathir için kan kullandı. Fakat bu temizlik için onun Hint, Acem, Ermeni ve Frenk kanı dökmesini vahşet saymak gafletine düşmeyiniz. Hiçbir millet tarih huzurunda kendi kendisini itham hatasına düşmüyor.
Temir ‘i, Anadolu’yu dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmet ve oğlu Büyük Murat yani İkinci Murat, Türkistan da ki Aksak Temir’le oğlu Şahruh’a tabi birer hükümdardı. Bu suretle de bir Türk birliği bilfiil tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye’deki Osmanlı Hanedanının hâkimiyeti ancak Fatih devrinde başlamış ve Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı Hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunların ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir’le Yıldırım iki düşman ordunun kumandanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karaman Oğulları ile Osmanlı Oğulları veya Osmanlılarla Akkoyunluları da ayrı devletler ve milli düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hanedanın tarafını tutarak kendinizi onun milletinden saymakta hakkımız yoktur. Buna hakkımız olmadığı gibi devletimizin kurulduğu toprakları da bu gün yabancı ülke saymaya mecbur değiliz. Türkiye, Rumeli’yi, Anadolu’yu kaybetse Anadolu toprakları da bizim için yabancı mı olur? Milli durum yalnız bir anın, bir zamanın durumu değildir. Çünkü millet de yalnız bir zamanda yaşayan insanlar değildir. Dün yaşamış olanlarda yarın yaşayacaklarda Türk Milletini teşkil ediyor. Dünkülerin hakkını feda edemeyiz. Bu devleti kuranların ve bize bu gün burada yaşamak imkânı verenlerin mezarları ile dolu yerleri düşünüp sevmek hakkımız ve vazifemizdir.
Kardeş kavgası her yerde olur. Napolyon Almanya’yı istila ederken Cermenya İmparatorluğunu teşkil eden devletlerden bazıları Napolyon’la birlikte asıl Almanya ya karşı harp etmişlerdir. Fakat Almanlar Prusya ve Bavyera’yı ayrı devlet ve millet saymadıkları gibi Bavyeralıları da hain telakki etmemişler, ancak bu kardeş kavgalarında bazı ibretler çıkarmayı başarmışlardır.
Nazi Almanyası Çek – Slovakya’yı istila edip dünya basınının hücumlarına uğrayan Hitler cihana karşı şu mucip sebepleri ileri sürmüştü: “İlk Alman İmparatorlarının Prag’da yaşamış olduğunu unutuyorlar” görülüyor ki başka Milletler istilai emelleri için bile eski birlik hakkına dayanıyorlar.
Bizim ilk padişahlarımız Horasan’da yaşayıp ölmüş, fazla olarak da o bölgeye ebedi Türklük damgası vurmuştur. Velhasıl yine bir Mayıs ayında 1040 yılının 25 Mayısında kazanılan Dandanakan meydan savaşının akabinde kurulan devletimiz bu güne kadar aralıksız gelen bir devlettir.
3 Mayıs’ın manasına gelince: Tarihimiz içinde bir uyanışın başlangıcı olmak bakımından mühimdir. Batı medeniyetine giriş hareketi olan, fakat yanlış anlayış ve tatbik ediş yüzünden bir aşağılık duygusunun teşekkülüne sebebiyet veren Tanzimat’ tan beri kendimizi inkârda çok ileri gittik. Hatta medeniyetlerin ülkelere hiçbir gümrüğe uğramadan gireceğini, garp medeniyetini alırken onun tekniği, sanatı ve ilmi ile birlikte fuhşunu da almamızın zaruri olduğunu söyleyen hatiplere rastladık. 1944’te bu ileri gidişin ne derecelere geldiğini biliyorsunuz. Temiz Anadolu çocukları köy enstitülerinde birer komünist olarak yetişsin diye neler yapıldı. Bunu yapanların çoğu bugün teşhir olunmuştur. Haklarında daha da nice vesikalar ortaya dökülecektir. Bir sabah komünist olarak uyanmamız gibi korkunç ihtimali 3 Mayıs 1944 de birkaç bin meçhul Milliyetçi gencin yaptığı asil ve şuurlu hareket önledi. Millet kendisine yapılmakta olan suikastı anladı. Gerçi 3 Mayıs birçok ıstıraplar kaynağıdır. Fakat o ıstıraplardan şuur ve saadet doğmaktadır. İlk zamanlarda küçük guruplar halinde sessizce kutlanan 3 Mayıs bugün kuvvetlenen ve büyüyen padişahlarınızın türbeleri önünde yapacağımız resmi geçitlerin heybetini ve ihtişamını tasavvur ediyor musunuz?
Fazilet temelleri üzerine kurulan devletimizin birkaç kara gün geçirmesi onu asla sarsıp deviremez. En güzel şiirlerdeki bir iki vezin veya kafiye aksaması nasıl o şiirin güzelliğine engel değilse bir iki çelmede bu devleti mazideki ve ilerdeki ululuğundan alıkoyamaz. Bu devlet ve vatan büyüyecektir. Çünkü uğrunda ölmeye hazır olanlar var.