Bir memlekete hakim olmak istiyorsanız onun sosyolojik yapısını iyi bilmeniz gerekir. Bir vakitler Viyana Üniversitesi’ne çalışmak üzere giden bir akademisyen dostum; bir hafta sonunda Türk işçilerle beraber gezmek için Çekoslavakya’nın başkenti Prag’a gitmeye kalkar. Sınırdan herkes geçer ama bizim akademisyen geçemez. Büyük bir şaşkınlıkla Çek görevliye sorar “beni niye almıyorsunuz” diye. Aldığı cevap çok ilginçtir “pasaportunuzda meslek olarak sosyolog yazıyor, sosyologların ülkemize girişi bakanlar kurulunun özel iznine tabidir”. İşte bizim manasını anlamakta zorlandığımız sosyoloji bilimi bu kadar önemli bir bilimdir.
Biz hiç sosyolojinin bu kadar önemli olduğunu bilsek, “barış gönüllüleri” adı altında istihbaratçı sosyologları ülkemize sokar ve yetmedi elimizle de yardım ederek köy köy dolaşıp, saha çalışması yapmalarına göz yumar mıydık? Bu konuda bilinçli olmadığımız için karnımızın yumuşak taraflarına ait tüm bilgiyi elimizle düşmana teslim ettik.
Milletimizin sosyolojik yapısı dediğimizde aklımıza; köylülerimiz, esnafımız, işçimiz, emeklimiz, İslamcımız, Alevimiz, milliyetçimiz, liberalimiz, sosyal demokratımız ve kürtçü, ermenici vb. gibi unsurlarımız gelir. Bunlara sınıf, tabaka, katman ve sosyal grup gibi tanımlamalar yapanlar vardır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti; sanayileşmiş ve şehirleşmiş bir coğrafya üzerine kurulmadığından, ikibinli yılların başına kadar sosyolojik bir olgu olarak kesif bir köylü sınıftan bahsetmek mümkündü. Kanaatimce bu yıllardan sonra artan bir şehirleşme ve iktidar tarafından uygulanan sosyal ve ekonomik politikalar, köylü sınıfın ülke üzerindeki etkisini zayıflatmıştır.
Geçmişte köylülük o kadar güçlüdür ki; adı “Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi” olan partimiz bile vardı. Atatürk’te bu gerçeklikten yola çıkarak “Köylü milletin efendisidir” demişti. Çünkü Türk milletinin, millet yapısında köy’ün ve köylülüğün çok büyük önemi bulunuyordu.
Bahsettiğimiz köylülük aynı zamanda bu gün olduğu gibi yokluk, fakirlik ile eş anlama gelir. İşte bu köylülerin çocukları her türlü yokluktan kurtulabilmek için amansız mücadeleler vererek, bu gün ülkeyi her anlamda yönetir hale gelmişlerdir.
Yine 1950’li yılların başlarında başlayan hızlı sanayileşme ile birlikte işçi hareketleri ve sendikalaşma süreci başladı. İşçiler ve sendikalar özellikle 1980 yılı öncesinde ülkeyi yönetmek için büyük bir sosyal ve siyasal mücadele içine girdiler. İşçi sınıfı olarak niteleyeceğimiz bu insanların bir hedefleri ve hedeflerine göre hareket tarzları vardı. Birileri de her zaman olduğu gibi bu potansiyel enerjinin üzerine atlayarak adında “işçi” geçen TİP ve benzeri partiler kurarak işçileri kullanmaya kalktı.
İşçiler ve köylüler; yeterli derecede stratejik olmasa bile hedeflerini siyasallaştırarak, iktidarı ele geçirmek suretiyle ülke zenginliğinden daha fazla pay almak için bir mücadele dönemine girdiler. Bu durum zayıf olsa da günümüzde sürmektedir.
Bununla beraber kendisini itilmiş ve kakılmış olarak lanse eden, İslamcı ve kürtçü olarak adlandırabileceğimiz sosyal gruplar; dış desteklerle ülkeye sahip olma mücadelesini çoğu zamanda işbirliği yapmak suretiyle günümüze kadar sürdürdüler.
Bu gün ülkemizde, İslamcı ve kürtçü olarak nitelendirdiğimiz sosyal gruplar; iktidar veya iktidar üzerinde etkililerse ve ülke zenginliğini kontrol eder hale geldilerse, bunu bilinçli ve planlı hareket etmelerine borçludurlar. İktidar partisinin sözcülerinden Ömer Çelik geçenlerde bu iddiamızı doğrular bir şekilde 150 yıllık bir mücadelenin varlığından dem vuruyordu.
Eğer bu gün ülkemiz; kendini sosyolojik manada İslamcı ve kürtçü olarak niteleyen sosyal grupların eline geçmişse; bu onların kendi davalarına sadakatla sahip çıkmalarından, eğitim seviyelerini devamlı yükseltmelerinden, paylaşmalarından, organize olmalarından, bizim biat onların saygı dediği durumdan, kendi aralarında azami düzeyde hakkı ve hukuku uygulamalarından, yine kendi aralarında ehliyet ve liyakata önem vermelerinden ve de vefa duygusunu hiç unutmadıklarından dolayı olmuştur.
Esnaf ve emekli gibi sayısal olarak toplumumuzun önemli bir kesimini oluşturan insanlarımız; bilinçli olarak bir fikir etrafında toparlanarak stratejik hamleler yapamadıkları için, ülkenin mukadderatı üzerindeki etkileri daima asgari düzeyde kalmıştır.
Bu saydığım sosyal gruplar karşısında ise devletin kurucu unsuru olan Türk milliyetçileri, Atatürkçüler, cumhuriyetçiler, yurtseverler, vatanseverler gibi ve artık siz adına ne derseniz deyin diğer sosyal ve siyasal gruplar genel olarak başarısız olup şu an için kaybetmiş durumdadırlar.
Bu kaybedişin ana sebepleri; eğitim noksanlığı, paylaşma zafiyeti, hak ve hukuka riayetsizlik, vefasızlık, yeterince organize olamama, ehliyet ve liyakati önemsememe, adamcılık, hemşericilik, mezhepçilik ve yolsuzluk gibi daha sayılabilecek nice birçok şey olmuştur. Böylece devletin kurucu iradesi ile ellerine kolayca geçmiş olan yönetim erkini ve zenginliği, kendilerinden daha fazla istekli ve çalışkan olan sosyal gruplara yani günümüzde İslamcılara ve kürtçülere teslim etmişlerdir. İktidar denilince sadece siyasal iktidarı anlamamak lazımdır. Medya, ekonomi, üniversite, kültür, sanat, tiyatro, sinema, müzik, edebiyat, spor vs. benzeri toplumu etkileyen yapılar çoğunlukla bu grupların kontrolüne girmiştir.
Onun için günümüzde, mücadelenin tarafları arasında, büyük bir güç dengesizliği oluşmuştur. Üzgünüm ki; ibre, ülkem için olumsuz düşüncelere sahip olduğuna inandığım ve başını İslamcılar ile kürtçülerin çektiği gruplardan yana kaymıştır.
Şimdi gelelim bu değerlendirmeleri yapma nedenime. Bu neden; yazdığım yazılara ve içindeki fikirlere gösterilen tepki ve eleştirilerin güdüklüğüdür. Bu tepki ve eleştiriler, ya “şehitler ölmez vatan bölünmez” örneği gibi bir deyimden veya bir cümleden yada bir slogandan ibaret olmaktadır. Ve bu tepkileri gösteren yada eleştiri yapanların çoğu kendini Atatürkçü, vatansever, yurtsever ve milliyetçi olarak nitelendiren arkadaşlardır…
Ne yazık ki; bu arkadaşlar, benim yazdığım ve fikirlerimi ifade ettiğim bir yazı karşısında, ya tek bir deyimle “komplo teorisi” deyip geçiveriyor, ya da “olmaz böyle şey uyduruyorsun” diye söylüyor. Bazıları da “bizim hareket engellenemez” ya da beğenmediği veya doğru bile olsa işine gelmeyen bir laf edilmiş ise “çakal” sözcüğünü yapıştırıveriyor. Başkaları da “Tam Bağımsız Türkiye” diye kendine bir çıkış buluyor. Bu durum bize, memleket ve millet sevgisinden şüphe duymadığımız bu insanların, genelde büyük bir düşünce sığlığı içinde olduğunu gösteriyor. Buradan anlıyoruz ki; daha karşılarındaki gücü tanımlamamışlar ve nasıl alt edeceklerinden haberleri yok.
Hele İslamcı gruplar içinde kendini bir cemaate bağlı gören Türklerin acziyeti var ki; bu göz yaşartıcı bir durum. Bir yanda ifade edilen doğru fikirler diğer yanda teslimiyetin getirdiği ile yanlışa doğru demenin mahcubiyeti… Cemaatine ” yanlıştır bu” diyemeyen vur abalıya misali abuk sabuk laflarla bize sarıyor.
Bu arkadaşlara diyeceğim odur ki; merak etmeyin sizin hareketinizi sizden başka kimse engelleyemez. Siz ülkenizin yönetimini ve zenginliğini elde etmek istediniz de, doğru işler yaptınız da sizi engelleyen mi? oldu. Ya da tam bağımsızlık isteyenler; siz bağımsız olmak ve bağımsız kalmak için üzerinize düşeni gerçekleştirdiniz de bu bağımsızlık olmadı mı?
Yazıları ile Türk milletinin derdine bir karınca misali çareler göstermeye çalışan bu arkadaşınızın; fikirlerini, mensubiyetini, görevini, yaşantısını bilmeden ve onunla aynı yolda yürüdüğünü söyleyerek tek sloganla eleştiri getirenler var ya; işte onlar bana İslamcıların ve kürtçülerin niçin iktidar olduklarını veya iktidar gücünü paylaştıklarını bir kez daha hatırlatan ve kalbime saplanan mermi gibi oluyorlar.
Bu arkadaşların kendi fikir ve ruh yapılarını; Türk tarihi, Türk kültürü, Türk medeniyeti, Türklük ruhu vb. gibi kavramlar açısından çok önem arz eden sıfatlarla tanımlamaları ama buna uygun davranmamaları, milletim ve milletimin geleceği açısından karamsarlığa düşmeme neden oluyor. Ülkemizi, bizimde beğenmediğimiz bu sosyal gruplardan demokratik usullerle meşru yollardan geri alacaksak, tenkit ve eleştiride ucuza kaçanlardan ziyade çok donanımlı ve ne yaptığını bilen ve de kendilerine yakıştırdıkları sıfatlara uygun davranan arkadaşlara ihtiyacımız vardır. Bağırmayla, çağırmayla ve duygularla çözümlenecek iş, neredeyse yok gibidir.
Eğer ben yanlış şeyler yazıyorsam, bu elinize kalemi alıp doğruları yazmanıza engel değildir. Yanlışları ortaya koymak en doğal hakkınızdır. Ama bunu tek bir deyimle, tek bir sözle beni suçlayarak yapmanız mümkün değildir. Keşke sizin yaptığınız ile sonuç alabilecek olsak…
Böyle davranışlar, bana değil, ülkemize ve Türk milletine haksızlık olmaktadır. Onun için, gelin demokratik usullerle ülkeyi ele geçiren sosyal grupların bu işi nasıl başardıklarını ve hangi yöntemleri kullandıklarını araştıralım. Bizde, doğrusu ne ise onu yapalım. Madem ülkeyi ve Türk milletini seviyoruz, bunun laftan ibaret olmadığını ispat edelim. Hem de atalarımızın “büyük lokma yut, büyük laf etme” öğüdünü unutmadan, eğer büyük laf ediyorsak da bu lafın altında kalmadan ve gereğini yaparak.