Prof. Dr. Anıl Çeçen‘in yıllar önce Yankı Dergisi’nde yayımlanmış yazısını WhatsApp grubumuzdan bir arkadaşımız bizimle paylaştı.
Önce bahsi geçen Prof. Dr. Anıl Çeçen yazısının özetini ve bu yazıya grubumuzdan Yard. Doç. Dr. Sakin Öner‘in eleştirilerini aktararak bir sonuca varmaya çalışacağım.
“Mahmut Çetin’in 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır.
“Boğaz’daki Aşiret” isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür.
Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz’un arkalarında Polonezköy‘ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.
Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında birçok önemli kişiyi Türkiye’ye kazandırmıştır.
Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphi Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abidin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof. Dr. Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri birçok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır.
İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye’ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.
Boğaz’daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş yüz aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır. TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır.
İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye’yi yönetebilmenin arayışı içindedir.
Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler. Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır.
Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz’daki Aşiret’in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır.
Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aşiret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğaz’daki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir. Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşabilmesi için; Boğaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.”
Prof. Dr. Anıl Çeçen değerli bir bilim adamıdır. Bu yazı içinde çok önemli gerçekler var. Fakat bu yazıdaki yöntem tarihi okuma ve bugüne uyarlama açısından sorunlu bir yaklaşımdır.
************************************
BİRİNE HAİN DEMEK O KADAR KOLAY OLMAMALI
Yard. Doç. Dr. Sakin Öner‘in Anıl Çeçen’in, yazısındaki toptancı yaklaşım yerine ismi geçenlerin tek tek değerlendirilmesi gerektiğine dair eleştirilerine aynen katılıyorum.
Aydınlar Ocağı Genel Sekreteri Yard. Doç. Dr. Sakin Öner tam bir Türk Milliyetçisidir. O’nun bu yaklaşımı Türk Milliyetçilerinin ırkçı olmadığını gösteren, “Ne mutlu Türk’üm DİYENE” sözüne inanmışlığın bir belgedir.
Bakın Sakin Öner Hoca “Birine Hain Demek O Kadar Kolay Olmamalı” başlığıyla görüşlerini nasıl anlatıyor?
“Ben yıllardır Türkçülük Tarihi üzerinde çalıştım. Mustafa Celaleddin Paşa Fransızca Türk tarihi ve grameri üzerine yazdığı ‘Eski ve Modern Türkler’ kitabıyla Türkleri Avrupa’ya tanıtmıştır. Yusuf Akçura, Paşa’nın bu eseriyle Türkçülük Tarihine geçtiğini ‘Türkçülük’ isimli eserinde belirtmiştir.
Polonya leh asıllı iyi eğitim almış Mustafa Celaleddin Paşa 1848 yılında Rus ve Prusya zulmüne başkaldırmış ve 1849’da Osmanlı’ya sığınmıştır. Üstün harita bilgisi dolayısıyla Yüzbaşı rütbesiyle orduya alınmıştır. İki yıl sonra 1851’de İslamiyet’i kabul etti. Bektaşi oldu. “Mustafa Celaleddin” ismini bizzat Şeyhülislam verdi.
Çalışmasından memnun olan Mirliva Ömer Paşa büyük kızı Saffet Hanım ile evlendi. 1875 yılında çıkan Hersek İsyanına karşı savaşırken Karadağ’da yaralandı ve 1876 yılında 50 yaşında şehit düştü. Kendisinin leh değil, Gagavuz (Gökoğuz) Türk’ü olduğu konusunda ciddi iddialar var. Atatürk’ün de Mustafa Celaleddin Paşa’nın çalışmalarına büyük değer verdiği belirtilir.
Bu yüzden Türklük için eser vermiş ve şehit düşmüş devlet büyüklerini yanlış tanımayalım.
Nasıl Türkçeleşmiş kelimeleri Türkçe kabul ediyorsak, Türkleşmiş ve Türklüğe hizmeti geçmiş kişileri de Türk kabul etmemiz gerekir. İhanet, hain kelimelerini kolay kullanmamak gerekir.
Yazıda ismi geçen Mustafa Celaleddin Paşa Nazım Hikmet’in büyük dedesidir. Bizi kimin dedesi olduğu değil, kendisinin yaptıkları ilgilendirir. (Nazım Hikmet, beğensek de beğenmesek de, hatasıyla sevabıyla bir Türk şairidir. RS)
O yazıda Namık Kemal bile dönme olarak gösterilmiştir. Böyle saçma bir şey olamaz.”
Sakin Öner Hoca, solun ve İslamcı kesimlerin tarihi, sosyal ve siyasi olayları kalıplaşmış önyargılarla açıklayan zihinsel hastalığından ne kadar uzakta.
Türkiye’nin bütün meselelerini kapitalist veya Siyonistlere bağlayarak, genellemelerle açıklama hastalığına düşmeden, akılcı ve ilmi bir yöntemle anlamaya ve anlatmaya çalışmak…
İşte gerçek bir aydın olmanın ilk şartı budur.