Reuters’in haber başlığıyla söyleyelim. “Polis, ABD’deki vaiz Gülen’e yakın medya organlarına baskın yaptı. Operasyon, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iki gün önce Gülen destekçilerine karşı yeni bir kampanyanın sinyalini vermesinin ardından geldi.”
Zaman Gazetesi, Samanyolu Yayın Grubu ve bir kısım emniyet mensuplarına yönelik operasyonda 31 kişinin gözaltına alınma kararı verilmiş. Yazının yazıldığı saat itibariyle 3 kişi serbest bırakıldı.
İsnat edilen suçlar: Silahlı Terör Örgütü Kurmak, yönetmek, üyesi olmak, örgüt kapsamında sahtecilik, iftira suçları.
Nerede ve ne zaman bu suçlar işlenmiş? İstanbul C. Başsavcılığının açıklamasında, “sözde tahşiye adlı suç örgütü hakkında soruşturma yaptıklarının tespiti üzerine soruşturmayı yürüten ve soruşturma öncesi yayın yapan bu kişiler” denildiğine göre suçlama bu soruşturma ile ilgili.
Gözaltına alınanlar arasında Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı ile Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca da var. Gözaltına alınacaklar arasında 17/25 Aralık soruşturmaları sonrası Cemaat ile arası açılmış olan Hüseyin Gülerce‘nin de olması dikkat çekici.
*****
Siyasi Bir Operasyon
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şentop‘un söylediği gibi, “operasyon sürpriz değil, beklenen bir olay.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın açıklamalarını takip eden herkes böyle bir gelişmeyi zaten bekliyordu.
Bu beklenen operasyonun sadece hangi gerekçeye dayandırılacağı ve zamanlaması merak konusuydu. Gerekçeyi henüz tam bilmiyoruz.
Zamanlama konusunda “manidar” olan iki husus var: Birincisi 17/24 Aralık operasyonlarının yıldönümüne üç gün kaldı. Bu yıldönümü sebebiyle gündemde yeniden yolsuzluk, hırsızlık iddialarına mesnet teşkil eden “ayakkabı kutuları”, “villadan milyar doları sıfırlama tapeleri”, “800 bin liralık rüşvet kol saati, çikolata kutularıyla verilen rüşvetler”, “ne yaptımsa Başbakan’ın talimatıyla yaptım” açıklamaları ve diğerleri tekrar gündeme hâkim olacaktı. Şimdi gündem “Cemaatin hukuksuzlukları” olacak.
Zamanlama konusunu “manidar” kılan ikinci husus ise, Türk Ceza Usul Hukukunda delil bulmak maksatlı arama yapmak için “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” şartının yerine “makul şüphe” kavramının getirilmesinin hemen arkasından operasyon yapılması oldu.
“Somut delile dayalı kuvvetli şüphe” şartı devam etseydi bu operasyon ve gözaltıların/ tutuklamaların olması muhtemelen gerçekleş(e)meyecekti.
Esasen Şubat 2014 öncesi hukukumuzda “makul şüphe şartı” geçerliydi. Hükümet şubat ayında “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” şartını getirdi. Böylece 4 bakanın istifasına yol açan 17/25 Aralık soruşturmaları konusunda savcılar delil bulmak için arama kararı vermediler/ veremediler. Bu arada adliyede müthiş bir atama/ kadrolaşma fırtınası esti.
Sonuç, “kovuşturmaya gerek olmadığı” kararıyla konu Mahkemeye gidemeden kapatılmış oldu.
Şimdi yeniden “makul şüphe“ye dönüldü ve Cemaate karşı operasyon başladı.
Yani kendisinin kovuşturmadan kurtulması için “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” şartı, kendisinin Cemaat’e operasyon yapabilmesi için “makul şüphe” lazımdı. Bu sebeple aynı yıl içinde birbirine zıt iki “reform paketi” kanunlaştı.
Bırakın “hukukun Üstünlüğü”nü, sıradan “hukuk devletlerinde” düşünülmesi dahi mümkün olmayan bir keyfi hukuk düzenidir bu.
Şimdi bu gelişmelere bakıp da “hukuki bir süreç başladı” diyebilmek için ancak iflah olmaz bir yandaş olmak lazım.
“Bu apaçık siyasi bir operasyon.”
Zaten toplumda yaygın olan kanaat, bunun “yolsuzluk soruşturmaları” vasıtasıyla darbe yapmakla suçlanan “Cemaat”ten intikam almaya yönelik bir operasyon olduğu şeklinde.
*****
Cemaatin Günahları
Cemaat mensubu olduğu iddia edilen bazı emniyet görevlileri, savcı ve hakimler vasıtasıyla “Ordumuza kumpas kurulduğu” artık Cemaat mensupları hariç herkesçe kabul ediliyor.
Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Oda TV vd davalar ile Türkiye’de çok önemli siyasi sonuçları olan operasyonlar yapıldığı bir gerçek.
Bu davalar sayesinde Türk Silahlı Kuvvetleri kadroları istenildiği şekilde tanzim edildi. Devletin stratejik kararlarında TSK etkinliği yok edildi. Sivil toplum susturuldu, refleksleri köreltildi. Meydanlarda yapılabilecek “sivil itaatsizlik” eylemlerinin önüne geçilebildi.
Bu davalar olmasaydı, “çözüm süreci” bu haliyle uygulanabilir miydi? PKK meselesinde hükümet yetkililerince de itiraf edildiği gibi, ülkemizin bir bölümünde “egemenliğin terör örgütüne devredildiği”, “kamu düzeninin kalmadığı” bir noktaya gelir miydik?
Bu davalar olmasaydı, dış politikada, özellikle Suriye, Irak ve Mısır politikalarında, vahim yanlışlıklar yapılabilir miydi?
Bütün bu operasyonların/ davaların bir “üst akıl” tarafından planlandığı ve bugün çarpışan AKP/Erdoğan ve Cemaat kadrolarınca uygulamaya konulduğu görüşüne herhalde itiraz edemeyiz.
Oyun kurucu “üst akıl“ın, uygulayıcı taraflara “kazan- kazan” modeliyle bir şeyler verdiği muhakkak. Nitekim on yıl kadar süren beraberlikten her iki taraf da mutlu oldu, kazançlı çıktı. Ta ki 17/25 Aralık sürecine kadar.
Şimdi model değişti, “kazan- kaybet” e döndü. Yani iki tarafın kazandığı değil, birinin kaybetmeye mahkûm olduğu bir sürece girdik.
Hatta daha muhtemel olarak “kaybet- kaybet” modelinin yani her iki tarafın da kaybedeceği bir sürecin başındayız. Kazanan sadece “üst akıl” olacak gibi.
*****
Cemaatin Günahları Hukuksuzluğa Gerekçe Olamaz
Yakın tarihimizde Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Oda TV vd siyasi davalarda müthiş hukuksuzluklar yapıldığına şahit olduk.
Daha operasyon yapılmadan, kamuoyu oluşturma maksatlı yayınlar yapıldı. Sanık ve vekillerinin ne ile suçlandığını bilmeden yattığı süreçte, bir sene sonra iddianamelere geçecek iddialar gazete ve TV’lerde tam bir karalama kampanyası şeklinde verildi. Arama kararı resmileşmeden TV’de “arama yapıldı” haberi verilenler oldu. “Ergenekon’un kasası” diye tanıtılan bir sanık hastalandığı hapishaneden ölmek üzere iken çıkarıldı. Ölünce cenazesini kaldıracak parası olmadığı anlaşıldı. Gazetecilerin huzurunda eliyle konulmuş gibi bulunan gömülmüş silahların sarıldığı gazetenin yeni tarihli olması gibi gariplikler ortaya çıktı. Dosyalarda sahte CD’ler, sahte belgeler olduğu ispatlandı.
Şimdi Cemaate karşı yürütülen operasyonlarda da aynı hukuksuzluklar işleniyor. Yandaş medyanın “paralel yapı operasyonu” başlığıyla verdiği haberler aynı tarafgirlik içinde.
Günlük siyasi ihtiyaçlara göre hukuki düzenlemeler ve atamalar yapılıyor.
Bütün bunlara karşı “etme bulma dünyası” diyemeyiz.
Her zaman “hukukun üstünlüğü” ilkesini savunmamız lazım.
Bu sebeple “hukuksuz yargılamalar” kime ve ne maksatla olursa olsun karşı çıkıyorum.
İlahi adalet gereği “kul hakkı yiyenin” mutlaka karşılığını bu dünyada iken göreceğine inanıyorum.
Yarın bu hukuksuzlukları yapanlara da hukuk lazım olacak.
O zaman da, yani kendilerinin yanında kimsenin kalmadığı böyle bir zamanda da, biz yine “hukukun üstünlüğünü” savunacağız.