Birbirimize Fazla Gelmeye mi Başladık?

98

Fazla, ihtiyaç dışı yani gereksiz olan demektir. Bir eşyayı kullanmışızdır, eskimiştir; fazlalaşmıştır, atarız. Bir fikir, zamanla çağın dışında kalmıştır, ufuk açıcı olmaktan çok karartıcı niteliğe sahiptir, fazlalıklar çöplüğüne terk edilebilir. İnsanlar hiç birbirlerine fazla gelebilir mi?

Bu soruyu sormamın tabi ki bir sebebi var! Artık birbirimize fazla gelmeye başladık. Nüfusun artması, gıda miktarının azalmasıyla ilgisi yok bunun. Değerler tüketildi, gönüller küçüldü. Eskiden evler küçüktü, ama gönüller genişti; birbirimizi kucaklar, birbirimize gider gelirdik. Kalpten özlerdik birbirimizi. Yol uzundu, hız yoktu, iletişim yavaştı; lakin birbirimiz için hep azınlıktık, azınlık psikolojisiyle birbirimizi murakabe ederdik.

Annemin, “Eskileri atmayın, ihtiyaç halinde ‘Ver paşam diyeceğine, ver köşem dersin.'” öğüdünü hatırlıyorum. Fazlalık, gereksizlik diye bir şey yoktu. Siz buna ister değer bilme deyin ister tasarruf deyin, sonuçta hiçbir şey fazla değildi.

Artık sadece eşya için değil, insan için bile “fazla” sözcüğünü kullanmaya başladık. Bunun temelinde, ortak değerleri yitirmek, tüketimin kölesi, sorumsuz bir yaşantının piyonu olmak, dışlanmamak için dışlama uyanıklığı, egemen Batı kültürünün bizde oluşturduğu küçüklük kompleksinin dışa vurumu var.

Emeğe duyduğum saygıdan dolayı bir eşyanın, fikrin fazlalığını kabullenemesem de yaşadığımız çağ itibarıyla bunlara tarihin çöplüğünde yer ayıralım. Ancak, insan için “fazla” denmesini, bir insanın diğerini dışlamasını, yetiştiğim ve inandığım değerlere göre, hiç kabullenemiyorum. Çünkü biz “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü.”

Ülkemizdeki üniversitelerin birinde öğrenim gören Nijeryalı zenci öğrencilerden biri yardım kuruluşlarından birinin etkinliğine katılır. Yoksul ailelere bayram öncesi yardım götürür. Kapıyı çalar, açan hanımefendi onu görünce, çığlık atar ve kapıyı kapatır. Zenci öğrenci zili tekrar çalar, kapı açılır yeni öğrendiği o zarif Türkçesiyle “Ben de Allah’ın kuluyum.” der ve yardım paketini takdim eder. Ne kadar ulvi ve birleştirici değer: “Allah’ın kulu olmak.”

“Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa / Eğlenecek yer bulaman / Gönlümdeki köşk olmasa” der Aşık Veysel. Aşkımız vardı, o duyguyla fikre, zikre, eşyaya, kişiye hürmet ederdik. Aşkımız vardı, o duyguyla zahmet çeker, yol yürür, misafir kabul ederdik. Aşkla yaptığımız her işten hayır umar, bereket elde ederdik. İstediğimiz olsa da olmasa da “Bunda da bir hayır var.” der, şükrederdik. Gönül köşkümüz genişti, zenginle fakiri, hancıyla yolcuyu, büyükle küçüğü misafir edebilirdik. Aşk, çirkini güzel; köşk, düşkünü padişah ederdi. Aşkların ihyasına, köşklerin inşasına ihtiyaç var.

“Güzel yüzün görülmezdi / Bu aşk bende dirilmezdi / Güle kıymet verilmezdi / Âşık ve maşuk olmasa” Teknolojinin imanı yok. İnsanoğlu imansız teknolojinin nesnesi oldu. Haz, hızı doğurdu. Haz, hız, teknoloji süreci, bizi biz yapan değerleri tüketti. Yerine Yeni değerler koyamadığımız için biz biz olmaktan çıktık. Maşuku var kılan aşk da bize veda edince buram buram kokan güller bahçemizde açmaz, salınarak yürüyen ay yüzlü sevgililer semtimize uğramaz oldu.

“Dava adamı” denirdi âşıklara. Memleket sevdasıydı, birlik ve beraberlik içinde huzurlu bir ülke tesis etmekti, iki dünyasını da inşa ve ihya etmiş bir dünya hayatı yaşamaktı maşukun adı. İnsanlar birbirini sorar, araştırır, aynı zaman ve mekânı paylaşmak adına bir sebep bulurlardı. Ne oldu şimdi? Birlik olmayı sağlayan güçlü bağlar çürütüldü, eğitimde bireycilik popülerleştirilince megalomanlık arttı, insanlar birbirine “fazla” gelmeye başladı ve sosyal medyanın kucağına düştü veya o mağaraya sığındı. Yaşasın insanlık! Nasıl yaşamaksa?

Mevlana’nın pergel metaforunu anlamlı bulurum: “Pergelin sabit ayağını medeniyetimize sabitlemek, hareketli ayağıyla dünyaya açılmak ve dünyayı kuşatmak” şeklinde özetleyebiliriz. Pergel, bizi biz yapan, tarihte onurlu bir yer edinmemizi sağlayan manaların toplandığı merkeze sabitlenmeli, hızlı bir ivmeyle, insanları ötekileştirmeyip toparlayan, fazlalık değil, taş yerinde ağırdır düşüncesiyle gerekli gören, kişiye var olma huzuru yaşatan sefere çıkılmalıdır. Zaferle değil, seferle sorumluyuz.

“Ben senin için “fazlalıksam” bile, sen benim için vazgeçilmezsin arkadaş!” diyenlere ne mutlu!