Gurur ile insan,
maddî ve mânevî kemalât / olgunluklar ve mehasin / güzellik ve iyiliklerden
mahrum ve yoksun kalır. Eğer gurur / kibir ve kendini yüksek ve değerli
tutarak, böbürlenme saikası / sevkiyle; başkaların kemalât, fazilet, olgunluk
ve mükemmelliklerine tenezzül etmeyip / değer vermeyip; kendi sıfat ve
vasıflarını kâfi / yeterli ve yüksek görürse; o insan nâkıs, noksan ve eksiktir.
Böyle insanlar,
malûmat, bilgi ve keşfiyatlarını / keşif ve ilhamlarını daha yüksek görmekle;
eslâf-ı izamın / geçmiş büyük zâtların irşadat / irşat, doğru yolu gösterme ve
uyarılarından mahrum olurlar. Evham / vehim, zan ve kuruntulara maruz kalarak /
bunların tesir ve etkisi altında bulunup; bütün bütün çizgiden çıkarlar.
Halbuki, geçmiş büyüklerin kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı / ilham ve sırları; bunlar kırk senede elde
edemezler.
Evet, insan
hüsnüzanna / iyi, güzel ve vicdanî bir kanaat sahibi olmakla mükellef ve
yükümlüdür. Çünkü insan; herkesi kendisinden üstün bilmelidir.
Kendisinde bulunan
sû-i ahlâkı / kötü ahlâkı; sû-i zan / kötü zan ve şüphe saikası / sevkiyle
başkalarına teşmil etmesin / yaymasın. Başkaların bazı hareket ve
davranışlarını; hikmetini bilmediğinden takbih etmesin / çirkin görmesin,
ayıplayıp kınamasın.
İşte bunun içindir
ki, geçmişteki büyük zâtların hikmetini / iç yüzünü bilmediğimiz, bazı
hâllerini beğenmemek; sû-i zan / fena, kötü bir zan ve sanıdır.
Sû-i zan / kötü
zan ve sanı ise, maddî / cismanî ve mânevî / mânâya ait içtimaiyatı / sosyal
hayatı zedeler, yaralar ve zarar verir.
Mâlik-i
Hakikî’den / her şeyin hakikî sahibi ve mâliki olan Allah’tan gaflet /
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzularına dalmak; nefsin firavunluğuna / insanın
zâlim, kibirli, gururlu ve inatçı olmasına sebep olur.
Evet, tasarrufu
tahtında / idaresi altında bulunan bütün eşyanın / şeylerin, varlıkların Hakikî
Mâlikini / her şeyin asıl sahibi ve maliki olan Allah’ı unutan; kendisini
kendisine mâlik / hâkim ve egemen zanneder / sanır! Kendisinde bir hâkimiyet
tevehhümünde / vehim ve kuruntusunda bulunur! Başkaları ve bilhassa / özellikle
esbabı / sebepleri kendisine kıyas ederek / kendisiyle karşılaştırarak; onları
da, hâkim / hükmedici ve mâlik / sâhip defterine kaydeder.
Bu vesile ile,
Allah’ın mülkünü, malını; kendilerine yani sebeplere taksim edip, bölüp
paylaştırarak; İlâhî hükümlere karşı muaraza / mücadele ve mübareze etmeye/
çatışmaya başlar.
Halbuki Cenabı Hak
tarafından insana verilen benlik ve hürriyet; Ulûhiyet / İlâhlık / Allah’ın
hâkimiyeti ile kâinattaki her şeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi gibi;
Allah’ın sıfat, vasıf ve niteliklerini fehmetmek / anlamak üzere, bir vahid-i
kıyasî / ölçü birimi olarak; vazife ve görevini yapsın diye, insana
verilmiştir.
Maalesef /
üzülerek belirteyim ki, insan; sû-i ihtiyar / kötü seçimi ile, bu vasıfları;
hâkimiyet / egemenlik ve istiklâliyete, yani başına buyruk olmaya âlet ederek,
tam bir firavun kesilir.
Gaflet suyu ile
tenebbüt eden / büyüyen benlik, aslında; Hâlık’ın / Yaratıcı’nın sıfat / vasıf
ve niteliklerini fehmetmek / anlamak için bir vahid-i kıyasî, yani ölçü
birimidir.
Çünkü insanlar
görmedikleri şeyleri, kıyas ve temsil / benzetme yoluyla bilir ve anlar.
Meselâ, bir adam
Allah’ın kudretini anlamak için, bir taksimat / kısımlandırma yapar. “Buradan
buraya benim, buradan ötesi de O’nun kudretindedir.” diye vehmî / hayâlî bir
çizgi çizmekle, meseleyi anlar. Sonra mevhum / vehmî, hayalî hattı / çizgiyi
bozar. Hepsini O’na teslim eder.
Çünkü nefis,
nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik ve sâhip değildir. Cismi ancak
acip / tuhaf bir İlâhî makine gibidir.
Kaza ve kader
kalemiyle, Ezelî Kudret’in – bir cilvesi / bir tecelli ve görüntüsü – o
makinede çalışıyor. İşte bundan ötürü insan, o firavunluk dâvasından
vazgeçerek, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin.
Eğer hıyanetle bir
zerreyi nefsine isnat eder / dayandırırsa, Allah’ın mülkünü camit / cansız
esbaba / sebeplere taksim etmiş olur.