740. Vuslat gecesi vesilesi ile İzmit’ten, Sn. Murat Kolaylı’nın organize ettiği bir grup arkadaşımızla Türker Turizmin memnun edici rehberliğinde, Konya şehrimizi yeniden ziyaret ettik. Anadolu Selçuklu devletine 200 yıl başkentlik yapmış bu güzel şehrimizin tarihi-kültürel yerlerini görmek birçok bilgileri yeniden hatırlamamız gerektiğini hatırlatmıştır. Bu vesile ile son zamanlarda Türkler üzerinde koparılan tartışmaların ne kadar gereksiz, cahilce ve yanlışlarla dolu olduğunu bu yazımla paylaşmak istedim.
Selçuklu atalarımız kervansarayları, camileri, medreseleri, kümbetleri ile bu coğrafyada önemli eserler yapmış ve bunların bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Konya-Kayseri-Sivas-Erzurum, Van ve diğer yerleşim yerlerindeki bu eserlerin bir kısmı yapılış şekli, kullanılan malzemeler ve bulunduğu coğrafyadaki konumlanma şekilleri ile dikkat çekici şaheserler olup Anadolu’muzdaki Türk Medeniyetinin izleridir. Bu eserler bizler için gurur ve övünme sebebi olacak kadar iyilerdir. Türk Devleti olan Selçukluların bu eserlerle şehre vurduğu mühür hala capcanlı ayaktadır.
Yine bu dönemlerde yaşayan Hz. Mevlana, Hz. Hacı Bektaş Veli, Nasrettin Hoca, Yunus Emre gibi isimler de o günün insanının hayat bakışlarını ve yaşam felsefelerini bizlere gösteren önemli eserler bırakmışlardır. Bu eserlerin bizlere tuttukları ışık günümüz insanına da aydınlık sağlayacak kadar güzel özellikler taşırlar.
Atalarımızın o dönemlerde bu coğrafyada birlikte yaşadıkları diğer dini ve etnik gruplar bu devletin bir Türk Devleti olduğunu inkar ettirmez, bilakis yüceltir. Milletimizin Devlet anlayışındaki adaleti, şefkati ve birlikte yaşama kabiliyetinin yüceliğini gösterir.
Akşehir’de yaşamış olan Nasrettin hocanın tebliğleri, tespitleri ve halkımıza verdiği mesajlar hala iyi insan modeli için geçerlidirler. “Dünyanın merkezi benim yaşadığım yer”dir. derken kişiliğin önemini, “Ye kürküm Ye” derken insanın şekle verdiği önemi ve zaafı, “Parayı veren düdüğü çalar”, derken ikili ilişkilerdeki gerçekçiliği hatırlatır.
Hz. Mevlana’nın “Gel, gel ne olursan ol gel,
İster kafir, ister puta tapan ol gel,
Bizim dergahımız ümitsizlikler dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel” dizeleri onların insanlara gösterdiği derin hoşgörüyü anlatır. Bu sözler bizler için hala yol gösterici mahiyettedir. Aynı dönemlerde yaşayan Hz. Hacı Bektaş Velinin iyi insan tarifinde verdiği öğreti olan “Eline, beline, diline sahip ol” düsturu yine dikkat çekicidir. O dönemlerde yaşamış Yunus Emre’nin eserleri de bu günlere ışık tutan ve bizler için eğitici özellikte bilgiler ihtiva eden Türk Edebiyatı için zirve eserlerdendir. Özellikle sevgi üzerine doğruluk üzerine, söyledikleri…
“Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.” , “Cümleler doğrudur; Sen doğru isen, Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” gibi tespitleri Anadolu insanı için hep rehber olmuştur.
Daha sonra Anadolu Selçuklu Devletinin mirası Osmanlı Devletine geçer. Bir uç beyliğinden gelişen bu devlet, adını kurucu Padişah Osman Gaziden alır. Asya-Avrupa-Afrika’yı kucaklayan koca bir devlet olur. Şeyh Edebali’nin manevi önderliği devletin temel felsefesini oluşturur. Adalet ve emniyet devletin himayesindeki halk için uygulanır ve yaşatılır. Başta Anadolu coğrafyası olmak üzere Türkler ve diğer halklar kardeşçe-birlikte yaşarlar. “Allah’ın ismini dünyaya yaymak” hedefi, “Milleti yaşat ki, devlet yaşasın.” düsturu yönetimin, “Sermayemizi yüklesen horoz çeker, onurumuzu yüklesen deve çöker.” düsturu ise yöneticilerin temel anlayışları olup bu onları yüce devlet haline getirmiştir. Devletin ve yönetimin bu düsturlardan uzaklaşması ise, önce duraklama daha sonra gerileme ve çöküşe götürmüştür.
1800’lü yıllarda başlayan çözüm arayışları içinde gerileme sürer. 1915’lerdeki Birinci Cihan Harbi ile devlet parçalanıp yok olmanın eşiğine gelmiştir. Çanakkale destanı atalarımızın yedi düvele meydan okuyabilmenin çıkışıdır.
Milli mücadele, Türklerin Birinci Cihan Harbi sonrası orta Anadolu’ya hapsedilip yok edilmeye karşı derlenip toparlanmanın adresidir. Anadolu Balkanlardan, Kafkaslardan, Ege adalarından gelen göçlerle de sığınılacak bir coğrafya olduğunu göstermiştir. Mustafa Kemal Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve daha nice Osmanlının son dönem subayları bu insanların önüne düşüp rehber olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuşlardır.
Çok milletli bir devlet olan Osmanlı Devleti yerine, o günün şartları gereği dini mensubiyet yönünde İslamiyet, ırki mensubiyet yönünden Türklerle homojenleşmiş bir ulus devlet hedeflenmiştir. Balkanlardaki Türkler ile Anadolu’daki Rumların mübadele ile yer değiştirmeleri de bundandır. Buradaki Türk tabiri Atatürk’ün tarifiyle Anadolu coğrafyasındaki bu devletin kuruluşuna katkı vermiş bütün halkları kucaklar. Soy, boy, aşiret gibi unsurlar kültürel birliktelikle aşılmak istenmiştir. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” prensipleriyle, birlik ve beraberliği güçlü, medeni bir devlet, refahı yükselmiş, bir millet olmak hedeflenmiştir.
O günün şartları içinde Anadolu coğrafyasında çok önemli işler başarılmıştır. Bu sayede bu günkü Türkiye; komşuları ve diğer İslam ülkeleri arasında daha gelişmiş, güçlü ve refah seviyesi daha yüksek hale gelmiştir. Dilerim ki 2023 de 100.yılını dolduracak devletimiz birlik ve beraberliğini muhafaza ederek gelişmeye, güçlenmeye devam ederek Büyük Türkiye şeklinde ilelebet yaşar.
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan coğrafyada yaşayan Türkler kurdukları devletlerle insanlık medeniyetine önemli katkılar vermişlerdir. İnanıyorum ki 21.yüzyıl gerek Türkiye Cumhuriyeti için gerekse diğer Türk Devletleri için yükselen yüzyıl olacaktır.