Bir Haber, Bir Anı, Bir Yorum

82

“Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Kürt  kökenli isimlere ilk kez vize verdi…Bu karar bağlayıcı ‘örnek’ olacak…Bu karar çerçevesinde Arapça ve Farsça kökenli Mustafa, Hatice gibi isimlerde olduğu gibi, Kürtçe kökenli isimler de çocuklara verilebilecek…

“Kararın gerekçesinin, Medenî Kanun’a göre herkesin ismini seçme özgürlüğüne sahip olmasına dayandırılacağı belirtildi. Yargı çevrelerinde, Avrupa Birliği sürecinde bu kararın çok önem taşıdığı yorumu yapıldı.” (Oya Armutçu, Hürriyet, 5 Mart 2000)

X

Yirmi sene kadar önce, Van Gölü doğu kıyısında, meyva bahçeleri içine serpiştirilmiş evleriyle, çok şirin, yemyeşil bir köye piknik için gitmiştik. Bahçesinde oturduğumuz evin çocukları, etrafımızda meraklı bakışlarla koşuşup duruyorlardı.

İlkokul öğrencisi olduğu her hâlinden belli olan bir kız çocuğunu yanıma çağırıp; ismini, yaşını, sınıfını sordum. Tertemiz bir İstanbul Türkçesiyle, tane tane konuşarak çok güzel cevaplar verdi. Konuşmasına hayran kalmıştım. Çünkü şırıl şırıl akan su misâli, çok nezih konuşuyor, pırıl pırıl gözleriyle için için gülüyordu.

Bu yüzden, onu bu kıvama getirerek, görevini hakkıyla îfa eden Cumhuriyet Öğretmeni’ne, içimden binlerce teşekkür etmiş:  “Sağ olasın, var olasın.” Demiştim. Fakat ismini sorduğumda cevap verişi, dikkatimi çekmişti. “İsmim ‘Zeynep’ ama bana ‘…..’ derler.” Demişti. Ne Türkçe, ne Arapça, ne de Farsça’ya benziyordu. Belki, bunlardan birinin, mahallîleşmiş bir telâffuzundan ibaret olduğu anlaşılan, garip bir isimdi.

Yanında aynı yaştaki oğlan çocuğuna da adını sorunca, o da: “İsmim ‘Ali’ ama bana da ‘…..’ derler.” Diye yanıt vermesi beni çok şaşırtmıştı. Şimdi anlıyorum ki, meğer ben o zaman, Van yöresinde  “Gizli isimlendirme faaliyeti!”  diyebileceğim bir uygulama; belki de yapılanmaya  -hasbelkader-  şâhit olmuştum.

Şimdi ise demek ki diyor; gizli bir el; el altından onlara farklı bir kavim olduklarını ve başka adlar taşımaları gerektiğini yerleştirmeye çalışıyor; hattâ bu hususta baskı bile yapıyordu, diye düşünüyorum.

Bence bu uygulama, sırf halkın kafasından çıkacak bir şey değildi. Zaten olamazdı da. Zira buna ne gerek, ne de ihtiyaç vardı. Nitekim sonradan, o yöre halkının öp öz Türk olduklarını, bizzât bölge insanının ağzından dinleyerek öğrenecektim.

X

Fakat, Helsinki Zirvesi’nden sonra yapılan çıkışlar; devletin tahammül sınırını yoklamalar ve içimizdeki bâzı gâfillere gelen cesaret; bir gazete haberi ile beni çok derinlere daldırmıştı.

Emîn olun; durup dururken, gizli bir teşvik ve destek olmadan; bir vatandaşımızın kızına verdiği; on üç asırdır hepimizin kullandığı İslâmî bir ismi; hem de azîz peygamberimizin pâk zevcesinin adını, kızından çekip almak istemesini  -inanın-  bir türlü havsalam almamıştı.

Vatandaşımız bu teşebbüs ve girişimi, öyle görülüyor ki istemeyerek yapmıştı. Gizli bir el mârifetiyle ve  -sanırım-  bir icbar ve zorlama neticesinde attığı talihsiz bir adım olsa gerekti.

Zamanlama üstünde de durmak lâzım. Niye o zaman? İstinat edilen ve dayandırılan Anayasa ve Kanun maddeleri, daha önceleri yok muydu? Kimse bilip, akıl edemedi mi? Oysa maddeler tek başına değil; bütün diğer maddelerle uyum çerçevesi içinde ele alınması gerekmez mi?

Çünkü bir maddenin zâtında ve tek başına doğru olması başka; muktezayı hâle binaen yâni

65

zaman ve zemini hesaba katarak uygun görülmesi daha başka bir şey.

Maalesef bâzı aydınlarımız; mücerret, soyut ve çıplak düşünüyorlar. Sadece nefsülemr yâni işin zâtı bakımından fikir yürütüyorlar. Fakat mes’elenin bir de kendi şartları içinde değerlendirilmesi var. İşte onu ihmal ediyor, hiç mi hiç hesaba katmıyorlar!

Halbuki, Anayasa ve kanunların her maddesi birbirine ters düşmeyecek şekilde ve ancak birbirini destekler mahiyette ve yekdiğerine açıklık getirecek surette ele alınmalıdır.

X

Bu beyler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Üçüncü Maddesi’nin: Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün; dilinin de Türkçe olduğunu bilmezler mi?

Bu aydınlar, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Beşinci Maddesi’nin: Devlet’in temel amaç ve görevlerinin; Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve Demokrasiyi korumak olduğundan gâfil midirler?

Bu beyefendiler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Onbirinci Maddesi’nin: Anayasa hükümlerinin; yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğunu ve Kanunların Anayasaya aykırı olamayacağını akıl edemiyorlar mı?

Bu kişiler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Onüçüncü Maddesi’nin: Temel Hak ve Hürriyetler, Devlet’in ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyet’in, Millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasa’nın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun olarak (ancak) kanunla sınırlanabileceğini hiç mi düşünmezler?

Yine bu şahıslar, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Ondördüncü Maddesi’nin: Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerden hiç birinin, Devlet’in ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek,…amacıyla kullanılamayacağından habersiz midirler?

Üstelik bunlar, Anayasa’nın hiçbir hükmünün, Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamayacağını hiç mi hatırlamazlar?

X

Bu konuya sadece  “İnsanın en masum haklarından biri.” (Oktay Ekşi, Hürriyet, 5 Mart 2000) olarak bakılamaz.

Çünkü bu hak; bütün müslümanların, onüç asırlık isim müşterekliğine vurulmuş bir darbedir. Müslüman Türk de, Müslüman Arap da, Müslüman Fars da ve yeni müslüman olan ecnebiler de aynı isim ortaklığına uymuşlar ve halen de uymaktadırlar. Aynı isimleri taşımaktan ise daima şeref duymuşlardır.

Arapça menşeli isimleri; Arapça olduğu için değil, müslüman ismi diye almışlardır.

Dünyanın neresinde iki müslüman karşılaşsa, mensup oldukları milletin isimleriyle karşılaşmış olmaktan ayrı bir kıvanç duyar, zevk alır ve bu aynîlik onların kaynaşmasına ayrıca katkı sağlar.

Bilhassa Ortadoğu’da isim müşterekliği had safhadadır. Ve çok güzel duygulara vesiledir.

Düşünün, Mekke’desiniz ve konuştuğunuz kişinin ismi, sizinki gibi Ali veya Veli’dir. Bu durum, ona karşı yakınlık duymanıza sebep olmaz mı?

İşte bunun için İslâm’da isim koymaktaki hassasiyet üzerinde çok durulmuştur. Çünkü aksi davranış; ayrılığa götürecek ve arayı açacak bir kapıyı aralamaktadır. İsmin ne? “Ahmet.” Benimki de “Mehmet” deyişteki aynı inancı paylaşmanın sağladığı merbutiyet ve bağa; aynı

66

kutsala mensubiyet keyfiyetine, velhasıl birlik ve beraberliğe vurulmuş, büyük bir darbe

olacaktır.

Bütün İslâm Âlemiyle kardeşliğin birer sembolü olan isimlerle oynamak çok yönlü zarar getirir. Hele globalleşme ve küreselleşmeden dem vurulduğu bir sırada, o kimseler ayırıcı faktörlere meylettiklerinin farkında mıdırlar acaba?

X

Arapça, Farsça menşeli kelimelere gelince; onlar Türkçeleşmiş Türkçe kelimelerdir. Bizden yepyeni mânâlar yüklenerek hem telaffuz ve söyleniş, hem de mânâ yönüyle zenginleşerek başkalaşmışlar, bize has kisvelere bürünmüşlerdir.

Bu bakımdan, asla Batı dillerinden geçen kelimelerle bir ve eşit tutulamaz. Biri, kültür birliğimizin müşahhas ve somut; yaşayan birer örneği olurken; Batı dillerinden alınan kelimeler  -teknikle alâkalı olanlar hâriç-  maddeten ve mânen bize  yabancıdırlar. İhtiyaçtan öte, yersiz bir özenti sonucu, şuursuzca kullandığımız lâfızlardan ibarettir.

Arapça, Farsça kaynaklı Türkçe kelimeler, milyonlarca müslüman halkın inanç, iman ve mâneviyatlarının somutlaşmış çok anlamlı, pırlanta misâl sembolik sözcükleridir. Bu kelimelerle oynamak, hem yurt içinde hem de yurt dışında, mânevî irtibat ve bağları zaafa uğratır.

Haberde  “Avrupa Birliği sürecinde bu kararın çok önem taşıdığı yorumu yapıldı.” (Oya Armutçu, Hürriyet, 5 Mart2000) denmiş olması da, kararın objektifliğine gölge düşürmekte; sübjektif tarafını apaçık ortaya koymaktadır. Bu yorum karşısında insan: “Meğer sen nelere kadirmişsin be AB?” demekten kendini alamıyor.

Konunun  ” ‘isim kültürü’ olarak ele alınması” (a. g. gazete) da yanlış. İsim ayrılıklarının açtığı kötü çığırdan hareketle; diğer farklı kökenlilerin de buna yönelmesi hâlinde; yurt çapında nasıl bir kargaşa, anlaşmazlık ve kaos yaşanacağını düşünebiliyor musunuz?

İsim levhalarında ne çeşit bir kargaşaya sebep olacağı, cadde ve sokaklarda nasıl bir manzarayla karşılaşılacağını göz önüne getirebiliyor musunuz?

Bütün bunlar, insanlar arasına ister istemez soğukluk girmesine yol açacak. Herkes kendi odak noktasına doğru çekilecek. Böylece  “Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün ve dilinin de Türkçe olduğu.” Gerçeğine gölge düşecektir.

Buna kimsenin hakkı olmadığı gibi, kimsenin haddi de değildir.

Önceki İçerik120 Milyar Dolar Zararın Sorumlusu Başbakandır
Sonraki İçerikİstifa mı? O da Ne?
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.