Kâinatın tılsımı, kâinatın sır ve gizleri bilinmiş, anlaşılmış olur.
Benliğin bilinip anlaşılması, ayrıca Vücûb Âlemi’nin, var olması zarurî ve zorunlu olan âlemin hazînelerini de açar.
Var olması zorunlu olan, olmazsa olmaz olan Vücub Âlemi ise, Allahın zâtını, sıfat ve isimlerini ifade eden, belirten âlemdir.
İşte bu âlemin kapısını açacak olan anahtar benliktir. Meçhul ve bilinmez olan benliğin iç yüzünün bilinir, anlaşılır hâle gelmesi keyfiyetidir.
Âlemin yani Evren ve Kâinatın anahtarı insanın elindedir.
Bu demektir ki, kâinatı anlayacak kapasitede yaratılmıştır insanoğlu.
Bu demektir ki, insan; fikredecek, düşünecek, zihnen kurgulayabilecek, hayal kurabilecek, geçmişe inebilecek, geleceğe uzanabilecek, tasavvur edebilecek, tasarımda bulunabilecek yeteneklerle donatılmıştır.
Bu demektir ki, insan; hem kendisini hem de dış âlemi algılayacak istidat ve kabiliyette yaratılmıştır.
Üstelik insan; ne ararsa kendinde bulabilecek maddî – mânevî zenginlikte yaratılmıştır.
Hz. Ali’nin dediği gibi, insanda âlemler dürülmüştür.
Maddî âlemler de özet olarak insanda mevcuttur. Yani şehadet âlemi yani görünür âlem. İnsanda mânevî âlemler de topluca vardır: Gayb âlemi, misal âlemi, tasavvur âlemi, hayâl âlemi, fikir ve düşünce âlemi gibi birçok mânevî âlemler; görünmez fakat vicdanen bildiğimiz bütün bu âlemler; insanın mânevî yapısına konmuştur.
İşte bu bakımdan insan zülcenaheyn, iki kanatlı; madde ve mânâyı bünyesinde bulunduran; tüm varlıkların üstünde ve onlardan çok daha değerli olarak yaratılmıştır.
Ve bütün bu maddî – mânevî potansiyeli açacak, emrine verecek, yetkisine âmâde kılacak, hazır hâle getirecek anahtar; insanın nefsine, insanın kendisine takılmıştır. İnsanın mahiyetine bu keyfiyetler; ustalıkla, büyük bir maharetle konulmuştur.
Çünkü kâinat kapıları görünürde açık gibidir. Fakat aslında kapalıdır.
Çünkü bakmak yetmez! Görmek de lâzım.
Çünkü duymak yetmez! İşitmek de lâzım.
Çünkü bilmek yetmez! Anlamak da gerekir.
Çünkü anlamak yetmez! İdrâk etmek, iyice anlamak, anlayışını sindirmek de icap eder.
Tıpkı tanımanın yetmediği; bilmenin de gerektiği gibi.
Tıpkı bilmenin yetmediği; anlamanın da gerektiği gibi.
Tıpkı anlamış olmanın da yetmediği; algılamak da gerektiği gibi.
İşte görünürde açık, fakat aslında kapalı olan kâinat kapılarını açması için, bakınız Allah insana nasıl bir anahtar vermiştir. Şimdi onu anlamaya, bilmeye, kavramaya çalışalım.
Yüce Allah, emanet olarak yani almak üzere, daha doğrusu işlevini bitirdikten sonra, insanın ona sahiplenmemesi gereken “benlik” adında bir anahtar vermiştir.
Bu öyle bir anahtardır ki, tüm âlemlerin, bütün kâinatın, topyekûn varlık âleminin bütün kapılarını açar. Onların varlık sebeplerini gün ışığına çıkarır. Onları var edişten istenen amacı belirtir.
İşte bütün bunlar için Yüce Allah; insana tılsımlı, sır dolu enaniyet denilen bir benlik vermiştir. Bu öyle bir ilahî vergidir ki, onunla kâinatı ve içindeki her şeyi yaratan Allahın gizli hazinelerini keşfeder, açar, ortaya çıkarır.
Fakat işin tuhafı şu ki, benliğin kendisi de son derece kapalıdır. Benliğin kendisi de son derece anlaşılması zor bir tılsımdır. Benliğin kendisi de bir muammadır.
Çözülmesi güçtür. Açılması zordur.
Kısaca benliğin bizzat kendisi de bir tılsımdır.
Bir gizli gerçektir.