Atatürk, herkesin fikirlerine katılmamakla beraber, onlarla olan ilişkilerini muhafaza etmeye ve sırasında, o kişilerden istifade edebileceğini hep hesaba katıyor ve kendi tayin ettiği bir noktaya kadar ilişkilerini müspet şekilde devam ettirmeye büyük önem veriyordu. Yani idealist değil realist davranmasını biliyordu.
Nitekim Millî Mücadele, adım adım nihaî zafere yaklaşırken, Mustafa Kemal yavaş yavaş kafasındaki tasavvurları da, birer birer gerçekleştirmenin yollarını arıyor. Yeni Türk Devleti’ni yepyeni bir çehreyle ortaya çıkarmanın dolaylı hazırlıklarını yapıyor. Osmanlı Hanedanı’nı tasfiye ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmayı büyük bir maharet ve başarılı bir siyasetle; yani asıl maksadını; Millî Mücadele’nin gayesi; işgâl altındaki vatanı kurtarmak, Hilâfet ve Saltanat hukukunu müdafaa ve temin etmek şeklindeki açıklamalar ve buna yürekten inanan askerî ve sivil kadrolarla gerçekleştireceğine bütün kalbiyle inanıyordu.
Nitekim: “Fiilen ‘bir halk devleti ve hükümeti’ oluşturmuş ve en yüksek yetkili organ olarak ulusun kaderini eline almıştı. Bu meclisin yaptığı anayasanın (Teşkilâtı Esasiye Kaanunu) birinci maddesinde egemenliğin ‘kayıtsız şartsız’ ulusun olduğunun açıklanması demokratik cumhuriyete yönelişin bir işaretiydi.
“Ayrıca Meclis kendi konumunu ‘milletin yegâne ve hakiki mümessili’ olarak tamamlıyordu. Devletin adı da ‘Türkiye Devleti’ olarak anılıyordu. Bunlar, uzun vâdede saltanatla bağdaşamayacak siyasal ilkelerdi ve Türkiye’nin İslâmî bir imparatorluktan ulusal devlete geçiş sürecinin kesin adımlarıydı.
“Bu süreç, askerî zaferin ardından cumhuriyet’in ilânı, daha sonra da hilâfetin kaldırılmasıyla noktalandı.” (Büyük Larousse, C. 12, İstanbul-1986, s. 7186)
“Osmanlı Padişahı Vahdettin ile sarayda üç kez görüşmesi (Kasım 1918). (Yine) sarayda dördüncü kez görüşmesi (15 Mayıs 1919).” (M. Orhan Bayrak, Kurtuluş Savaşı ve Atatürk, İstanbul-1990, s. 112)
Daha sonra tasfiye edeceği hâlde, halkın Padişah’a merbutiyet ve bağlılığını bilmenin şuuru içinde realist davranarak “Balıkesir’de İstiklâl-i Osmanî (Osmanlı Devleti’nin 1299 yılında kuruluşunun yıldönümü)’nin kutlanması (1 Ocak 1920) ve Refet (Bele) Bey’in de orada nutuk vermesi” (a. g. e. s. 27) ve bunun Atatürk tarafından hoş karşılanması, hep O’nun realist ve çağdaş oluşunun somut örneklerinden biridir.
Mondros Mütarekesi’nin daha mürekkebi bile kurumadan, vatanın dört bir yandan işgale uğraması, İstanbul’un acz içine düşmesi, herkesin aklını başına getirmişti. Artık saadetimizi düşünse de, yerine getirebilecek bir İstanbul Hükümeti yoktu. Artık milletin kalbi İstanbul’da atamaz olmuştu. Artık halkın kendisi yerine akıl yürütecek bir İstanbul da yoktu.
“Başkasına itimat etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder.” hükmünce iş başa düşmüştü. Bunun için milletin ittihadı, birlik ve beraberliği sağlanmalıydı. Bunun için de irtibat (ve bağ) kurulmalıydı. Çünkü irtibatsız ittihat mümkün değildi. Kaldı ki cehl ile de ittihat olmazdı. Öyle ise millet bilgilendirilmeli, vatanın istiklâl ve müdafaası uğrunda aydınlatılmalı ve bilinçlendirilmeliydi.
Vatanın işgal ve düşmandan kurtarılması yolunda, evvel emirde millete başvurması, Millî Mücadele’yi ona dayandırmak istemesi ve MİLLÎ Mücadele’yi Meclis’le başlatması, Mustafa Kemal’in tatbike koyduğu en güzel ve takdîre şayan düşüncelerinden başta gelenidir.
Nitekim “Amasya Tamimi’nde (22 Haziran 1919) vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini gene milletin azm u kararı kurtaracaktır. Milletin hâl u vaz’ını derpiş etmek ve sadâyı hukukunu cihana işittirmek için..bir heyeti milliyenin vücudu elzemdir…” (a.g.e. s. 131) demesi. “Erzurum Kongresi’nin 54 delege ile Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanarak kararlar alması (23 Temmuz 1919).” (a.g.e. s. 18) “Sivas Umumî Kongresi’nde vatanımızın yekpâre, milletimizin yekvücut olduğunun lüzumu gibi ifade ve ispat edecek esasatın vazolunması..(4 Eylül 1919)” (a.g.e. s. 141) “Sivas Kongresi’nin 33 delege ile M. Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanması (4 Eylül 1919).” (a.g.e. s. 20)