Bizim gündemimizdeki tartışmalar Batı’da yüz-yüzelli yıl öncekilere o kadar benziyor ki hani “deja-vu ~ ben buraya daha önce gelmişim” hissi uyandırıyor. Bizdeki kibar bir müsademei efkâr beni 147 yıl öncesine, 30 Haziran 1860’da Oxford Üniversite Müzesi’nde yapılan evrim münazarasına götürdü. Orada Piskopos Samuel Wilberforce, evrim savunucusu Thomas Henry Huxley’e soruyordu: “Merak ettim de… Acaba maymunla akrabalığınız anneanne tarafından mı, dede tarafından mı?” Huxley’in cevabı şöyleydi: “Ceddimin maymun olması beni utandırmaz. Fakat Allah’ın kendisine bahşettiği büyük kaabiliyeti hakikati gizlemek için kullanan bir adamla ilişkilendirmekten utanırım.”
Hrıstiyaniyat Geliyor!
Onların edebinden uzak da olsak, Oxford tartışmasını bir buçuk asır rötarla tekrarlamamıza üzülmeli mi, sevinmeli miyim bilemiyorum. Artık Oxford’da böyle bir tartışma olmaz. Harvard veya Sorbonne’da da olmaz ama bizdeki sonuncu değildir besbelli. Bilim tarihi turizmi için câzip bir ülkeyiz. Belki yeni müfredatımızla 1925’in “Rüzgârın Mirası (Intherit the Wind)” filmini de ülkemizde tekrar çekeriz.
Müslüman düşünce tarihinde evrimin bilimini değil de felsefesini yapan, evrimi tarif eden birçok büyük isim var. Evrim düşmanlığı ta yirminci asırda başlamış. Doğrudan doğruya kiliseden kopya çekmişiz. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde evrimle ilgili pasajlar kitabın neşrinden 231 yıl sonra 1970 baskısında sansür edilmiş. Yani 231 yıl, Müslüman Türk dünyası İbrahim Hakkı’nın evrim iddialarından rahatsız olmuyor. Fakat 1970 yılında birden uyanıyor ve ahlâkiliği tartışılır bir sansürle o pasajları kitaptan çıkarıyor. Çünkü dine aykırı! Dine aykırılığını kimden öğrenmişiz? Piskopos Samuel Wilberforce’tan…
Anlaşılıyor ki eskinin “İsrailiyat”ı gibi 20. asrın da “Hrıstiyaniyat”ı dine sızmakta. Çünkü batıdaki kavga başlayıncaya kadar Müslümanlığın evrimle sıkıntısı olmamış. Hâlbuki Hristiyan dünyada durum böyle değil. Çünkü Hristiyan inancında Allah insanı kendi görüntüsünde yaratmıştır. Evrim milyonlarca, milyarlarca yıldan bahseder. Hâlbuki Ahtı Atik’te Hazreti Adem’den itibaren birbirini izleyen peygamberlerin yaşları belirtilmiştir ve bunlar ucuca eklendiğinde insanın ve dünyanın yaşı ortaya çıkmaktadır: Taş çatlasa altı bin yıl! Başpiskopos Ussher daha yakın ve kesin bir tarih verir: M. Ö. 2004 yılının 23 Ekim’ini 24 Ekim’e bağlayan gece! 24 Ekim Cumartesi’dir tabi; çünkü malumunuz, Tanrı Şabat günü yani Cumartesi dinlendiğini Tevrat’ta kendi söylüyor.
Görüldüğü gibi evrim ve jeolojiyle Müslümanlığın esasta bir sıkıntısı yok ama Hristiyanlığın var. (Jeolojiyi de katmak zorundayız, çünkü Hristiyanlığın genç dünya teorisi karşısında jeologlar da hüngür hüngür ağlar.)
Peki, Hristiyanlık son asırda ne yaptı ki yukarıda söylediğimiz gibi artık bu konuda münazara yapılmıyor; batıda ve doğuda evrim artık tartışılmıyor ve bütün adam gibi müfredatta yer alıyor?
Millî Eğitim Bakanımız ve Bakanlığımızın izniye söyleyeyim: Evrim artık “teori” değil, “binlerce teoriden biri” hiç değil. Tabi dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğünü de binlerce teoriden biri diye değerlendiriyorsanız, o zaman haklısınız!
Neden olmasın? Nitekim geçenlerde biri, dünyanın yuvarlaklığının da Mason uydurması olduğunu söylemişti.
Evrimle İşi Zor
Az önceki soruya döneyim: Hristiyanlık ve Yahudilik evrimle nasıl barıştı? Bunun için, bir zamanların en katı muhalifini, Katolik Kilisesini takip edelim.
Papa 12. Pius, 12 Ağustos 1950 tarihli Humani Generis sirkülerinde şöyle söylüyor: “Evrimcilik doktrini, aksi hipotezle yan yana, ciddî araştırma ve incelemeyi gerektiren ciddî bir hipotezdir.” Ancak Pius bu açıklamasına iki uyarı eklemişti: Evrim kesin ve ispat edilebilen bir doktrin olarak gösterilmemeli ve vahyin bu konudaki öğretileri unutulmamalıydı. Evrim doktrininin Hristiyan inancıyla çelişmemesi için şart da belirtilmişti: İnsan vücudu hayvandan gelebilir ama ruhu Tanrı’dandır. Evrim bu son hükme müdahale edemez!
İmdada Noma Yetişir!
Bu sirkülerin tutumu bizim Millî Eğitim’in bugünkü tutumuna yakın, fakat verdiği önem itibarıyla evrime ondan daha dosttur. Yıllar sonra, 22 Ekim 1996 tarihinde Papalık’tan bir açıklama daha geldi. Papa 2. John Paul Papalık Bilimler Akademisi Genel Kurulu’na konuşurken şöyle diyordu: “Bugün, sirkülerin yayınından yarım asra yakın bir zaman geçti; yeni bulgular bizi evrimin bir hipotezden daha ileri olduğunu tanımaya götürüyor. Gerçekten farklı akademik disiplinlerdeki bir dizi keşiften sonra, bu teorinin araştırıcıların ruhunda gittikçe daha büyük bir etki yaptığı vurgulanmalıdır. Önceden planlanmamış ve aranmamış böyle bağımsız keşiflerin aynı noktada birleşmesi bile tek başına bu teori lehine kaydedilecek önemli bir unsurdur.”
Papa öyle, Millî Eğitim başka türlü söylemiş… Peki ey yazar, sen ne diyorsun? Önce La Edrî Hazretlerinin (!) şu mısraını diyorum:
Her ilim makbul imiş, illâ edep, illa edep!
Çünkü bu bahsi açanlara küfrün bini bir para saldırılıyor. Sonra müteveffa evrim biyoloğu ve edip Stephen Jay Gould’un NOMA anlayışında durduğumu söyleyeyim. İngilizce’de NOMA, “Non Overlapping Magisteria”, “Örtüşmeyen Müfredatlar” ifadesinin kısaltılmışı. Müellifi Gould mealen şöyle söyler: Din ve bilimin alanları, bir biriyle örtüşmez. Metotları tamamen ayrıdır. Bilime dayanarak din hakkında yorum yapmak da dine dayanarak bilim hakkında hüküm vermek de yanlıştır.
Bilim Yanlışlanabilire Bakar
Öyle ya, din ne kadar imana dayanırsa, bilim de o ölçüde kendi iddialarından, çözümlerinden şüphe etmeye dayanır. Bilim felsefesi yapanlar bir zamanlar bilimin ispata dayandığını söylerlerdi. İspatlanabilen şeyler bilimin sahasına giriyor, ispatlanamayanlar girmiyordu. Peki, ispat nasıl yapılacaktı? Karl Popper tüme varımla ispatın yapılamayacağını gösterdi. “Kuğular beyaz olur” iddiasını, on, yüz, bin, on bin beyaz kuğu göstererek ispat etmiş sayılmazdınız; çünkü bir milyon kuğu sonra bir siyah kuğu ortaya çıkabilir ve bu da sizin iddianızı çürütmeye yeterdi. Nitekim bilimin sarsılmaz zannedilen kanunlarının bir istisnayla şüpheli hâle geldiği, istisnaların çoğalmasıyla nasıl çöktüğünü görmek için Thomas Kuhn’un, “Bilim Devrimlerinin Yapısı”na bir göz atmak gerekir.
Peki, ispatlanabilirlik kriteri çalışmazsa bilimin sahası nasıl tarif edilecek? Popper’in çözümü gerçekten dâhicedir: Bilim yanlışlanabilir iddialarla uğraşır! Bu da Gould’un NOMA’sı için pozitivizmin ispat ölçütünden daha kuvvetlidir. Bilimin konuları yanlışlanabilir. İman yanlışlanamaz! İnandıklarının yanlışlanmasını dört gözle bekleyen bir dindar düşünebiliyor musunuz? Bir gün şöyle büyücek bir bilim teorisini yanlışlamak hayali görmeyecek bir bilim adamı düşünebilir misiniz? İkinciye Nobel garantidir.
Burada da Dawkins Amca kusura bakmasın. O dinin yanlışlığını ispata soyunmuştu. Dinin yanlışlığını ispat edemezsiniz. Fakat doğruluğunu da ispat edemezsiniz.
Peki, Fransız İhtilalcilerinin pozitivizm dini ne olacak? Bilim bu kadar muhkemken insana yetmez mi? Pozitivist din ne bilimde ne felsefede ciddiye alındı. Çünkü bilimin insanlara değer hükümleri sunabileceği iddiaları pek zayıftı. Hâlbuki din, her şeyden önce değerlere odaklanmıştı. Dindarlar pek aldırmasa da.
Ana hatlarıyla bu anlayış Müslümanlığımızla da çelişmez. Kur’an’a göre tabiattaki her şey birer delil, birer “ayet”tir. Bir mümin, tabiattaki muazzam yapılara, insan aklının kavramakta zorluk çektiği kanunlara ve bu arada evrime de bakıp bunları Allah’ın büyüklüğü ve hikmetine işaretler olarak değerlendirebilir. Fakat bu noktayı aşıp fizik veya biyoloji teorilerinin detayına girmeğe gerek yoktur. O teoriler ya yarın yanlışlanırsa… Yıllar önce haberlerde, bir papazın, “akıllı tasarım” denilen ve canlıların tek tek fakat bir akıl tarafından tasarlandığını iddia eden Hristiyan teorisini neden kabul etmediği sorulduğunda, “ya yarın yanlışlanırsa; cemaatimden bu iddiayla ikna ettiklerime ne söylerim?” dediğini hatırlıyorum. (Bunu söyleyen Vatikan Rasathanesi’nin başındaki rahip Coyne muydu acaba?)
Ne Maturidi Ne Eş’ari
Gould ve Popper’i bırakırken belirteyim: 1976’da Popper tabiî seçimin bilimsel bir teori olamayacağını yazmış, iki yıl sonra da yanıldığını belirtmiştir. Yanıldığını kabul edebilmek, yanılmazlık tavırlarından muhakkak ki üstündür.
Acaba hâlimizi Jeffry R. Halverson’un “Sünnî İslâmda Teoloji ve Akide” (Theology and Creed in Sunni Islam) kitabına dayanarak özetlememiz ne kadar doğru olur?
Bugünlerde– Türkiye’de de– yaygın bir söylem var: Biz bir zamanlar Hanefî-Maturidî idik; bu görüş akla ve bilime sıcak bakardı; sonra Yavuz Mısır’ı feth etti, oradan Eş’arî âlimleri getirdi ve ilim ve felsefe düşmanlığı böyle başladı. Bir zamanlar Hanefî-Maturidî idik ve bu görüş akla sıcak bakardı ifadesine kadar ve bu ifade de dâhil, bu söylenenler doğrudur. Eş’arînin akılla problemi bulunduğu da.
Fakat Halverson’a göre şu da doğrudur: Bugün insanlara “Müslümanlık bu değil!” dedirten tutumların faturasının tamamını Eşariye’ye çıkarmak gerçeği yansıtmaz. Bilimi nakille sınırlandırmak klasik ehl-i sünnete değil, ehl-i sünnet öncesi “ehl-i hadis”e; bugünkü Selefiye-Vahhabî görüşüne yakın, “Âsarî” tutumdur. “Âsarî” eserler, kalanlar anlamındadır. Âsârîlik nakli sorgulamayı, “nasıl, niçin, ama” demeyi yasaklar: “Bila-keyf”, yani ‘nasıl’sız okuma! Ne yazıyorsa o! O zaman deve sidiği şifa verir, Acve Hurması zehrin etkisini önler, sineğin bir kanadında hastalık, diğer kanadında şifa olduğu için yemeğe düşen sineği çıkarmadan önce iyice tabağa batırırsınız. Peygamberimiz ve Hazreti Ali uykuya dalıp ikindiyi kaçırdıklarında onlar namazlarını vakit içinde kılabilsinler diye güneş batıdan tekrar doğar. Bir akşam ay ikiye bölünüp bir yarısı şu tepenin beri yanına, öbür yarısı da bu yanına, hemen sizin önünüze düşmüştür.
Din yanlışlanamaz ama bazı hadisler ve nakil metotları yanlışlanabilir. Bunların yanlışlığını kabul etmeniz için kaç siyah kuğu istersiniz?
Âsâride akla izin yoktur. Bu tavır kendi gibi düşünmeyenleri kolayca tekfir eder; bu yönüyle Haricîliğe de IŞİD’e de uzak değildir.
Yavuz’un suçu varsa da sanıldığı kadar büyük değildi. Öyle görünüyor ki 15. asırda zayıflayan ve nihayet duran Kelam ilminin yarattığı boşluğu Âsârîlik doldurmuştur. O Âsârîler sorulduğunda biz Eş’arîyiz diyorlardı belki ama aslında Kelam’ın tamamına karşıydılar. Âsârî tasavvufa çoğu yerde izin vermiyor; izin verdiği yerlerde de onun baskısındaki tasavvufda İbni-Arabî’nin, Yesevî’nin, Yunus ve Mevlana’nın derinliği yoktur.