Benlik Dürbünü (1)

72

“Benlik” insanın şahsiyet kitabından bir eliftir, bir harftir. Ki bu elifin, bu harfin iki yüzü vardır: Biri iyiliğe ve varlığa bakar, onları gösterir. Bu yüz ile yalnız bağış ve keremi kabul etmeye kabiliyetlidir. Vereni kabul eder. Kendisi ortaya bir şey koyamaz. O yüzde yapıcı değildir. Ortaya bir şey koymaktan eli kısadır. Demek ki, yaptığını sandığı şeyler; âlet yapar el öğünür kabilinden. Çünkü kendisi madde ve manasıyla Yaratandan bir emanetler silsilesidir. Dolayısıyla yaptıklarını da, görünüşte kendisi yapıyor gibiyse de, aslında O’nun tüm yaptıkları Tanrı hesabına geçer. Bir bakıma “Attığın zaman sen atmadın!” anlamındaki ilâhî sözü tecelli ediyor, insanın her yaptığında, her işlediğinde…

Bir yüzü de kötülüğe bakar. Evet, benliğin bir yüzü kötülüğe bakar ve yokluğa gider. Şu yüzde o işi yapandır. Yaptığı hareketin sahibidir. Hem onun özelliği harfiyedir. Harfîdir. Yani tek başına bir mâniası yoktur. Başkasının anlamını gösterir. Benliğin Rablığı yani idare ediciliği, sahibiyet ve tasarruf hakkı hayalîdir. Hayâle dayanır. Varlığı o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki benlik; şeylerin, varlıkların derecelerini ve miktarlarını bildiren bir âlettir. Isı ölçen âlet gibi. Tıpkı havanın durumunu ölçen âlet misali. Ölçüler türünden bir ölçüdür.

Öyle ki, Allah’ın varlığı zorunludur. Var olmak için hiçbir sebebe, nedene ihtiyacı yoktur. Sıfatları, özellikleri kayıtsızdır. Sınırsızdır. Kapsamlıdır. Her tarafı kuşatmıştır. Hudutsuzdur. İşte benlik ya da ben duyusu; Allahın bu gibi sıfatlarını bildiren bir ölçüdür. “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems: 9) anlamına gelen ayetin müjdeli kapsamına girer. Bir bakıma denmek isteniyor ki: Benliğini, nefsi hesabına değil de Rabbi adına kullanan ancak kurtuluşa erer. Gerçeği görür. Hakikati anlar. Her şeyi yerli yerine koyar.

Benlik denen duygu ve his; ilâhî bir emanettir. Başka varlıkların yüklenmekten, yerine getirmekten korkup da, insanın yüklendiği ilâhî görevlerdir. İlâhî misyondur. Bu benlik, ilâhî görevleri hakkıyla, gerçek anlamıyla ifa eder. Yerine getirir. Benlik, bir çeşit dürbündür. Uzakları yakın eder. Uzak olduğu için, büyük olduğu hâlde, küçük olarak görünenleri büyültür.

Benlik dürbünü, kâinatın ne olduğunu gösterir. İnsan ancak benlik dürbünüyle kâinatın, evrenin ne olduğunu görür. Benlik dürbünü âlemin nasıl bir görev üstlendiğini gösterir. İnsan ancak benlik dürbünüyle baktığında, evrenin nasıl bir görevle yükümlü olduğunu anlar. Kâinatın nasıl bir görevle görevlendirilmiş olduğunu görür. İşte kulda benlik dürbünü; bütün bunları göstermeye yarar. Kul ancak benlik dürbünüyle bu gerçekleri görebilir.

Dış dünyaya ait bilgiler, kişinin nefsine, kişinin kendisine geldiği ve ulaştığı zaman; benlikte bir tasdik edici bir doğrulayıcı görür. O ilimler, nur ve ışık olarak kalır. Her şey belirli gayelere yönelik olarak bulunur. Her şey anlamlı, faydalı ve tam yerli yerine oturur. Artık karanlığa dönüşmez. Faydasız olmaz. Gayesiz duruma düşmez. İşte benlik dürbünüyle dış dünyaya bakış; gördüklerini böyle bir çerçeve içinde değerlendirmesine yol açar. Böylece insan, benlik dürbününün göstermesiyle her şeyi, yerli yerine koyar.

Ne zaman ki benlik, görevini bu şekilde yerine getirdi. Bu takdirde aslında ölçü birimi hükmünde olan Rububiyetini yani idare edicilik, sahibiyet ve kullanım hakkı gibi vasıflarını terkeder. Onlarda hak iddiasında bulunmaz. Çünkü bu mânialardaki rububiyeti gerçekte yoktur. Ama  var kabul ederek, varlığını ölçü birimi olarak mevcut bilerek; onun mevhum / kuruntu varlığıyla, yaptığını sandığı fiil ve hareketlerin ve dış âlemde olup bitenlerin, neyin nesi olduğunu böylece anlamış olur. Evet, benlik; görevini bu şekilde yerine getirince, o vakit gerçekte olmadığı halde yine var saydığı ve ölçü birimi olan sahipliğini terkeder. Sahipliğini; asıl sahibi anlamaya bir vesile sayar. Çünkü bir an için sahipliğini düşünmeseydi; her şeyin asıl ve gerçek sahibi olan Allahın sahipliğine yol bulamayacaktı.

İşte bu anlayış ve sonuca gelen insan artık gönül rahatlığı içinde der: “Mülk O’nundur. Hamd O’nadır. Hüküm O’na aittir. Siz de O’na döndürüleceksiniz.” Böylece asıl kulluğunu takınır. Yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesine çıkar.

 

 

Önceki İçerikYol Varsa Budur (2)
Sonraki İçerikBenlik Dürbünü (2)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.