Bir önceki yazımda, kültür bir insan ömründe inşa edilemez demiştim.
İster bir kişi, ister bütün bir toplum gayret etsin, kültür, bir ömürde
yapılanamıyor. Kültüre ancak nesilden nesile
aktarılarak, üst üste konularak,
biriktirilerek, işlenerek ulaşılıyor. O zirvelere ancak böyle tırmanılıyor.
Gerçek dağların zirveleri gibi, çıkmak zor ama gerisin geri düşmek kolay.
yönetim biliminde “kurum kültürü”
denilen şeyin ne kadar önemli olduğunu okuyunca hayret etmiştim. Fakat bu
tespit, birçok şeyi de açıklayıveriyordu. Üniversite deyince dünyada niçin Harvard, Yale, Oxford, Cambridge her
zaman tepelerde anılır? Yurt içinde niçin ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ ve daha birkaçı?
Niçin dünyada ordu deyince akla öncelikle
Türk ordusu gelir? Türkiye’nin en güzide
kurumları sayılırken niçin Dışişleri ilk akla gelenlerdendir? Çünkü bunların arkasında bir kişi, bir nesil değil;
nesiller ve ömürler;
nesilleri ve ömürlerin
birikimiyle inşa edilmiş kültür var. Tıpkı milletlerin kültürü
gibi kurumların da kültürü…
Ve az önce söylediğim gibi kurmak zor, yıkmak kolaydır. Üniversitelerimizin
hızla düşüşte olduğunu yazmayan kalmadı. Eyyyy esasına göre yönetilen
dışişlerimiz de pek parlak görünmüyor.
Yanan ormanlar, çöken kurumlar
Evi, tarlası, bağı, hayvanları yanmış köylülerin videolarını seyrediyorum. Buyurun bir tane de
siz seyredin: https://bit.ly/3ja5ZB6 Her şeyini kaybetmiş çiftçi haykırıyor:
Ben yörüğüm, hükümet istemiyorum, devletimi
istiyorum! Çiftçi “hükümet”
derken hükümeti değil- hükümetsiz devlet olmaz- yangına çayla
giden siyasîleri kastediyor. Yörüğün aradığı devlet de bir
kurumdur. Devlet; kurumlara dayanan, kurumlar üstünde
yükselen kurumların kurumudur.
Onun da nesillerin mirası bir kültürü vardır. O kurumları çökertirseniz, tekrar kurmak,
yeniden yükseltmek
nesiller alır. Son tahlilde milletlerin gücü de zenginliği de kültüre dayanır: Milletin, devletin ve kurumlarının kültürüne… Geri kalmışların bir türlü kalkınamaması bundandır. Üstünlük
ve refahın asırlarca sürmesi de…
Kurumların bir amacı vardır. Yönetim biliminde amaca bazen “misyon” deniyor. Kurumu kuranın, yönetenin yapması
gereken; kurumun bütün mensuplarını, tepeden
tırnağa o amaç etrafında kilitlemektir. İşte o kilitlenme, kurum kültürü
ile hedefi yücelten ve
her mensubu saran ruh ile sağlanır. Çoğu insanın sandığı gibi denetimle değil.
Kurum kültürü,
her ferdin içine bir denetim elemanı yerleştirir. İslamiyet’te “takva” denilen şey de budur. Dıştan
gelen yap, yapma talimatları değil, gönüllere
yerleşen kontrol memuru.
Kurumların çöküşü
Kurumlara siyaset, nepotizm, kayırmacılık girince hedef yok
olur. Çalışanların dikkati artık kurumun yapması gerekende değil, kimin hangi
torpille girdiğinde, nereden ne avantaj sağlanacağında, kendilerini bu işe
sokanlara nasıl çıkarlar sağlayabileceklerinde, başka hangi yandaşları işe
alabileceklerindedir. Bir arkadaşım anlattı. Orman Mühendisi akrabası, yangından birkaç hafta önce
istifa etmiş. Sebebi, “Mühendis çalışanlara talimat
veremiyor. Çünkü birçoğunun parti
teşkilatından torpili var.”
Başında bulunduğum bir kurumda da aynı olayı gözlemiştim. Çalışanların
morallerinin ve işlerine bağlılıklarının sarsılmasına bir kişinin, sadece bir
kişinin yukarıdan torpille bir noktaya tayin edilmesi yetmişti. İşte böyle çökülür.
Eski AKP’li
bir tanıdığım şikâyet ediyordu: “Yangını
önlemenin tekniğini konuşamıyoruz. İnsanlar öfke içinde, öfke hâkim.” Ona soramadım, ortam müsait değildi. Cevabını
bildiğimiz soru şu: Acaba neden?
liderlerinin televizyona çıkıp halkın karşısında memleket meselelerini
tartıştıkları bir Türkiye
vardı. Hani eski Türkiye!
Ecevit, Demirel, Türkeş ve
başka liderler. Birlikte oturur, birçok meselede anlaşamaz, bazılarında anlaşır
fakat hiçbir zaman bir birlerini aşağılamazlardı. “Sen yalancısın, her dediğin yalan“, “senin
akıl sağlığın bozulmuş, doktora git“,
“sen teröristlere kol-kanat
geriyorsun, aslında sen de teröristsin”
ve benzeri itibarsızlaştırmaları, aşağılamaları onlardan duymazdık. Normal
demokrasi ile yönetilen bir ülkenin
liderleri gibi konuşurlardı. Bakınız 1991’e
ait bir liderler açık oturumu: https://youtu.be/iooiiwunWlM Bu da 1989’dan
İnönü, Özal, Demirel:
https://youtu.be/HwxfPi_U4o0 Gençler
hatırlamaz, Türkiye hep
böyle değildi. Bir zamanlar bütün liderler eşitti.
Allah Allah, herkes niçin öfkeli?
Her şeye yetkili, fakat hiçbir şeyden sorumlu olmayan; bütün hayırları şahsına tapulayan, bütün
şerlerden ya Allah’ı yahut da
muhalefeti sorumlu tutan bir iktidarımız var. Yangında bile muhalefet
aşağılanıyor. Siz iktidarın hiç öfkesiz konuştuğunu duydunuz mu? O, öfkeyle
besleniyor, öfke soluyor.
Teknik konuşmuyoruz; öfke hâkim! Öyle mi? Acaba neden? Rüzgâr eken ne biçerdi?
fıkra ile bitireyim. İlgisi var mı, yok mu, siz karar verin. Hiç olmazsa efkâr
dağıtırsınız:
Bir zamanlar Sümerbank
diye bir devlet kuruluşu ve onun dokuma, basma fabrikaları vardı. Bunlardan
birinde nizamiye nöbetçileri, bir işçinin zayıf girip, şişman çıktığını fark
etmiş. Günlerce… Sonunda adamı yakalayıp paltosunu çıkartmışlar ve
vücuduna sarılı top top kumaş
bulmuşlar. Bekçiler kumaşın ucundan çekiyor, adam kendi ekseni etrafında dönüyor ve şöyle söyleniyormuş:
Allah, Allah! Kim sardı bunları bana böyle!