Ben Sandalyemi Seviyorum

121

Gün ortası. Hava sıcak. İnsanlar sahilde, tenlerini yalayan meltemin temasıyla mutlu. Karadeniz’in hafif dalgası ve mülayim uğultusu, kumsalda yatanların ninnisi olmuş. Bizimkiler şemsiyenin altında toplanmış, sohbet ediyorlar.

Sandalyemi aldım, yanlarına geldim. Amacım, konuşulanlara kulak misafiri olup gerektiğinde sohbete dâhil olmak. Kayınbiraderimin karşılama sözü, “Sandalyen bir hayli eskimiş, artık onu atma ve değiştirme vakti gelmiş.” oldu.

“Atmak ve değiştirmek”, bu iki kelime rahatsız etti beni. Neyi niçin atıyor ve değiştiriyorsun, dedim. Eşya veya canlı ne olursa olsun, bir şeyi atmak ve değiştirmek bu kadar kolay olmamalı…

Sandalyem hakikaten eskiydi. Demirleri paslanmış, oturma yerindeki ve kolluktaki kumaşlar yırtılmıştı. Ben pasları zımpara ile gidermiş, metal kısımlarına boya sürmüş, oturduğum yeri kalın iplerle güçlendirmiştim. Sandalyeyi bu vaziyette iki yıldır kullanıyordum. Ömrü uzamıştı.

“Beni terk etmeyeni terk etmem.” dedim.  “Eşyaya hizmet edersen o da sana hizmet eder.” sözünü ilk kez, kırk sene önce, yeni aldığı arabasını temizlerken gördüğü bacanağıma söylediğinde kayınpederimden duymuştum. Rahmetli annemin, “İşi biten eşyanızı atmayın, bir kenara koyun, bir gün lazım olur, ver paşam yerine ver köşem der, alır kullanırsın.” tavsiyesini hiç unutmamış, sözün gereğini hep yapmışımdır.

Eşyanın bir ruhu vardır, anlamak lazım; mazisi vardır, okumak lazım; üzerinde emek vardır, hakkı olanlara saygı duymak lazım; yaşanmışlığı vardır, idrak edebilmek lazım; maliyeti vardır, kıymet bilmek lazım. Hiçbir eşya, sadece bir şey değildir, çok şeydir. Eşyanın dili yoktur, lakin o, gözü, kulağı, aklı olanlara çok şey anlatır.

İsraf, haramdır inancımızda. Zamanımızı, bedenimizi, sermayemizi, eşyamızı, gıdamızı israf etmek haram kapsamındadır. Emanettir bunlar bize. Bu emanetlerden ihtiyacımız olan kadarından faydalanmak helal; fazlası, başkasının hakkıdır, bize haramdır.

Önüme konan yemeği en küçük parçasına, verilen ekmeği son lokmasına kadar yer, bardaktaki çayı veya suyu son yudumuna kadar içerim. Tabak veya bardak gülücükler saçar bana. Yemeği sıyırmak ayıp sayılırmış, görgüsüzlükmüş, köylülükmüş; hiç aldırmam böyle saçma anlayışlara. Bereketin, son lokmada ya da yudumda olduğuna inanmışımdır, inandırılmışımdır. Tabağında yemek artığı bırakanları hiç anlayamam, onların, yemeğin ya da ekmeğin sofraya gelinceye kadarki süreçte emeği olanlara saygısızlık yaptıklarını, nimeti değersizleştirdiklerini düşünür, bunu çevreme telkin ederim. Hakkını vermediğimiz her eşyada, ihtiyacımız olmadığı halde aldığımız her üründe, çöpe attığımız her nimette ona ulaşamayanların hakkı olduğunu bilirim, herkesin bu bilinçle hayatını kurmasını ve sorgulamasını isterim. Gazze’de bir parça kuru ekmek, bir kaşık çorba için sırada bekleyenleri, Afrika’da bir bardak çamurlu suyu içerek mutlu olanları hatırlatırım onlara.

Atılıp yok edilecek hiçbir eşya yoktur benim anlayışımda. Bir konumdaki işlevini tamamlayan bir eşya, maharetli bir ustanın elinde yeniden ete kemiğe bürünerek insanlığın hizmetine girebilir. Geri dönüşüme bırakılan, sokağa atılan her fazlalık, benim gözümde, yeni görevine başlamayı bekleyen eşya durumundadır. Çöp bidonunun kenarına bırakılan gardırop kapısını küçük bir tadilatla ve boya uygulamasıyla güzel bir boy aynasına dönüştürdüğümü söylememde sanırım bir beis yok. Komşumuz ve bacanağım Emin Bey, pergolasını yenilemeye karar vermiş, eski ahşap lambirilerini yakılmak üzere bahçeye bırakmış. Bu kadar değerin kül olmasına razı olamazdım. Aldım, bunları önce temizledim, zımparaladım, vernikledim; güzel bir banka dönüştürdüm. Artan lambirilerden de güzel bir sandık yaptım. Şimdi yeni kimlik kazanan lambiriler de mutlu, ben de onları kıymetlendirdiğim, bir eser ortaya çıkardığım için mutluyum. Yine, bir komşumun, hurdacıların alması amacıyla kapısının önüne bıraktığı metal salıncağı az bir malzeme ilavesi ve birkaç günlük uğraş sonucu şirin bir banka dönüştürdüğümü söyleyebilirim. Değişim ve dönüşüm, doğanın yasasıdır, her varlığın hakkıdır. Hangimiz, hayata başladığımız noktadayız? İsrafı önlemenin bir yolu da dönüştürmektir.

Yoksulluğun nedeni, israftır. İsraf, kalbi karartır, bereketi giderir; israf, kişiyi bencilleştirir, duyarsızlaştırır; israf, dayanışmayı azaltır; israf, kıskançlığı, düşmanlığı, güvensizliği artırır. İsraf, Allah’ın yarattıklarına, kulun hem kendisine hem ürettiklerine haksızlıktır. Müsrif, değerbilmez insandır. Müsrifler, toplumda, yük alanlar değil, yük olanlardır.

Vahşi kapitalizm, varlığını, adına “tüketim çılgınlığı” denen hastalıkla sürdürebilir. Türkiye’nin ünlü sunucusu bir zamanlar bir çorap reklamında “Atın, atın; eskimiş çoraplarınızı atın.” diye haykırırdı. Eskiden yırtıklar yamanır, sökükler dikilirdi. Yeni nesil, artık eşyadaki en ufak hasarda gözünü çöpe dikiyor. Halbuki atılan her eşya ile, hatıralarımızı kaybediyoruz, emeğimizi sömürenleri azmanlaştırıyoruz, çocuklarımızın ümitlerini karartıyor, geleceklerini, kendilerini efendi ancak insanlığı kendilerine hizmetçi olarak görenlere peşkeş çekiyoruz.

Ömrümüz, üçayaklı bir köprü. Ayaklardan her biri; hal, geçmiş ve gelecek. Dünyaya gelen her insan uzun veya kısa süre, bu duraklardan geçmek zorunda. Eşya, bizim yol arkadaşımız; yaşarken ihtiyaçlarımızı gideriyoruz onunla, sahip olma arzusuyla yarınlara taşıyor bizi, geçmişteki birlikteliğimiz dolayasıyla hatıralarımız oluyor. İnsanı hayata bağlayan da hayalleri, hatıraları ve yaşadığı an değil mi? Hatıralar, gıdamızdır yaşlılıkta; hayaller, enerjimizdir gençlikte; halihazırdaki an’ımız maziyle ati arasındaki bağımızdır. Bize geçmişimizi teneffüs ettiren, her ihtiyacımızda itirazsız yanımızda olan bir eşyamızı nasıl atabiliriz, ona nasıl vefasızlık yapabiliriz, ondan nasıl kolayca vazgeçebiliriz? Kadirşinaslık, yüksek bir insani değerdir.

İnsani değerlerin tersyüz edildiği, kolayca tüketildiği bir dünyada yaşıyoruz. Eşya da bundan üzerine düşen payı alıyor. Kapitalist ahlak, değersizleşmeyi körüklüyor. Sağımıza solumuza bakıp kendimize gelmek zorundayız. Dünyaya gelen çocuklarımız bir şekilde nasılsa büyüyor, aileler onları yetiştirme işini ihmal etmemeli.

Değerbilirlik, bir ahlak işidir. Bu da anlatmayla değil, yaşam tarzıyla öğretilir.