Baskı Altında İnsan Karakteri

100

“Her kötülük zayıf karakterden doğar” Seneca 

(Dalkavuklar, teslimiyetçiler, putlaştırılmış şahıslar, isyan duygusunu kaybedenler,  Stockholm Sendromu, tarihte bazı sendrom örnekleri, sömürge hastalıkları, özgüvenini kaybedenler, baskıya karşı akıllı bir direniş, normal insan ölçüsü )

Baskı altında kalan insanlar, karakter yapılarına, fizik ve moral güçlerine, inançlarına göre değişik tepkiler gösterirler, zulüm ve baskıya açıkça, yapamazsa gizli olarak karşı koyarlar. Moral güçlerini kaybedenler ise bir takım psikolojik bozukluklara uğrarlar.

Hz. Peygamber : “Mümin kötülüğe karşı eli ile (fiilen), dili ile (söz ve yazı ile) savaşır, bu ikisini yapamıyorsa kalbi ile düşmanlık besler. O da yoksa iman yoktur” buyurmuştur. Bu sağlıklı, karakterli bir insanın ilkesel tavrıdır.

Baskı darbelerine dayanamayıp kendilerini dağıtanlar, hayatlarını ve çıkarlarını korumak için araziye uyanlar, riya ve dalkavukluk yolunu seçenler, işbirlikçiler, Stockholm Sendromu’na uğrayanlar (baskıcıya karşı duygusal bağlarla bağlananlar) sado- mazoşistler (eziyet yapmaktan ve eziyet görmekten mutluluk duyanlar) de görülür. Baskı uzun sürdüğü zaman bir çeşit karakter haline gelir.

Şu da bir gerçektir ki en kötü baskılar altında bile insan ruhu özgür düşünebilir, özgür bir geleceğe olan inancını kaybetmeden yaşayabilir. Stalin zamanında Moskova’da, imanını kalbinde gizleyerek yaşamak mümkündür. Bu bir insanlık sınavıdır. Felaketler güçlü ruhları daha da güçlendirirken, zayıfları ezip parçalar.

Dalkavuklar – Şahsa Tapanlar

Peygamberimiz buyurur ki :

“Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı gerçekleri söylemektir.”

“Tamah ebedi bir köleliktir.” Hz. Ali      

Güçlü insan bencil hırslarını kontrol edendir. Zayıf karakterler, zorba insanlara yaklaşarak çıkarlarını korumak isterler, baştakilere veya günün partisine “gelen paşam giden ağam” diyerek, efendileri yerlerinde kaldıkları sürece aynı tempoda devam ederler, çıkarları kalmayınca terk ederler. Politik mobilizasyon (akışkanlık), iş bitirici bürokratlarda ve parti adamlarında bir marifet sayılır.  

Yine de dalkavuk hiçbir efendi için güvenilir bir köle değildir. Efendisi her an ondan şüphe eder. Hem evliyaya hem de şeytana mum yakan münafıklar herkese şirin görünme gayreti içindedirler. Amaçları işlerini halletmektir.

“Ölü bir arslandan, yaşayan bir köpek olmak daha iyidir” diyerek kral ya da diktatörlere  zelilane itaat edenler bilmelidirler ki, firavunların vebali yanında, kölelerin de sorumluluğu vardır.

Tarih boyunca insanların, hükümdarlarına, kahramanlarına, atalarına duydukları abartılı saygı ve yüceltme duygusu, çok defa putperestliğe yol açmıştır.. İskandinav mitolojisinde Odin bir kahramandan bir ilaha dönüşmüştür. Nuh kavmi zamanındaki putlar aslında topluma hizmet etmiş değerli kişilerdi. Hatıralarını yaşatmak için heykelleri yapılmış, anma törenlerinin yerini zamanla putperest ayinleri almıştır.. (Yüce Kur’an’ın Tefsiri, Nuh suresi 71/23 Prof. Dr. Süleyman Ateş)

Büyük İskender Mısır’ı fethedince firavunlar geleneğini takip eden Amon rahiplerince tanrı Amon’un oğlu ilan edilmiş ve tapınılması istenmişti.

“Şeyh uçmaz müritleri uçurur ” derler. “Beşerin ne gariplikleri var, putunu kendi yapar kendi tapar” diyen Tevfik  Fikret insanın bu zaafına işaret ediyordu.

Hz. İsa’nın nasıl ilahlaştırıldığını, aslında zamanın hak dini olan Hıristiyanlığın pagan adetlerinin katılımı ile Hz. İsa ve Hz. Meryem’e tapınma törenlerine dönüştüğünü tarihi kayıtlar ve Kur’an-ı Kerim bize bildirmektedir:

“Hani Allah Meryem oğlu İsa’ya: Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve annemi iki mabut edinin, demiştin. İsa “Haşa Seni tenzih ederim, hak olmayan bir sözü söylemek bana yaraşmaz, söyledimse malumundur elbet, içimde olanı Sen bilirsin. Onlara yalnız bana emrettiğini söyledim: Tanrım ve Tanrınız olan Allah’a tapın dedim” (Maide 119-120)

Hz. Peygamber en sade ve doğru bir şekilde şöyle ifade eder: “Hıristiyanların Meryemoğlu İsa’yı uçurdukları gibi siz de beni uçurmayınız. Ben ancak bir kulum, bana Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.”

Modern çağlarda, şefler ve diktatörlerde nasıl olağanüstü özellikler vehmedildiği görülmüştür. Hitler, Mussolini ve Stalin heykelleri adeta eski zaman Tanrılarının yerini almışlardır. Çarlık zamanında bayramlarda gezdirilen ikonaların yerini devrim kahramanlarının Lenin ve Stalin’in resimleri ve gösterişli heykelleri almıştı. Anlatıldığına göre Stalin törenlerde en az 10 dakika alkışlanıyor, yoldaşlar suçlanmamak için sonu gelmez alkışı devam ettiriyorlardı. Ta ki büyük şef alkışa doyup da elini kaldırana kadar… Kuzey Kore Diktatörü Kim İl Sung ölünce, (bir sene ölümü gizlenmiş ve dublörü ile idare edilmişti) stadyumlarda halk toplandı, cemaatle ağlama törenleri yaptırıldı. Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ağlamayı ilk kesen olmamak için fark ettirmeden yanındakine bakıyor, devrimci cemaatin gereklerine titizlikle uyuyordu. Oğlu Kim İl Jong de tapınılma sırasının kendisine geldiğini biliyordu.

Allah’a kul olmayı reddeden, Tanrı tanımaz komünizmin nasıl imtiyazlı yeni bir sınıf yarattığı,  liderlere ve şeflere kulluğa dönüştüğü ibretle hatırlanmalıdır.

Asya, Afrika ve Güney Amerika’da darbelerle gelen diktatör taklitleri görülmektedir.. Toplumların az gelişmişliği ve buhranlar, vatan kurtarma heveslilerini teşvik etmiştir. Sağlıklı, kültürlü, ileri ülkelerde demokratik mekanizmalar iktidarların normal seçimlerle değişimini sağlayarak bu tür kişilere fırsat vermemiştir. Global ilişkiler de günümüzde diktatörleri yalnızlığa itmektedir.

Stockholm Sendromu

“Haksızlığa karşı çıkmayanlar hakları ile beraber şereflerini de kaybederler”

Hz. Ali

(Rehinenin rehin alan zorbaya karşı duygusal bağımlılığı, celladını seven kurbanlar)

(Uzun zaman baskı altında kalan bazı kişiler savunma mekanizmalarındaki zayıflık sebebiyle özel bir psikolojik bozukluğa (sendroma) uğrarlar, baskı yapan zorbaya öylesine bağlanırlar ki onun her yaptığını meşrulaştırmaya ve onu dünya’ya açılan tek kapı olarak görmeye başlarlar.)

Stockholm Sendromu’nun ortaya çıkış hikayesi de şöyledir;

23.8.1973 tarihinde Jan Eric Olson’un soyguncu çetesi Stockholm’de bir bankanın personelini 6 gün süre ile rehin almış ve polis zehirli gaz kullanmıştır. Bu sert tutuma karşı rehineler soyguncuların yanında yer almışlar. Bu olay üzerine psikolojide rehine ile rehine alan arasındaki yakınlaşmaya Stockholm Sendromu adı verilmiştir.

1974’de A.B.Devletleri’nde büyük gazete patronlarından birinin kızı olan Patricia Hearst nişanlısı Steven Weed ile birlikte S.L.A (Symbionese Liberation Army) Birleşik Özgürlük Ordusu adlı solcu örgüt üyeleri tarafından        kaçırıldı. Gazete Patronu olan babası fidye olarak istenen 6 milyon dolar yiyecek yardımını gönderdi. Örgütün fakirlere yardım sağlamak için rehin aldığı Patricia, yiyeceklerin son kullanma tarihinin geçmiş ve bozuk oluşu karşısında derin bir hayal kırıklığı ve aldatılma duygusu yaşadı. 3.4.1974 ‘de S.L.A. ‘ya katıldığını açıkladı ve serbest bırakılmayı reddetti. Örgütün tertiplediği banka soygunlarına katıldı. 1975 yılında polis baskını sırasında bir apartman dairesinde yakalandı. 15. 1.1975 tarihinde mahkemede avukatı, kızın kaçırıldıktan sonra gözlerinin bağlandığını ve beyninin yıkandığını iddia etti. Banka soymaktan 35 yıllık cezası 7 yıla düşürüldü. Bill Clinton tarafından affedildi. Hapisten çıktıktan sonra normal bir hayat yaşadı, evlendi 2 kızı oldu.

Bu tür olaylarda kurbanların kafa karışıklığına uğradıkları ve ciddi bir tedavi görmeleri gerektiği tıp otoritelerince kabul edilmektedir. Psikolojik travmalar nedeniyle düşüncelerin tam tersine dönmesi sıklıkla rastlanan bir durumdur.

İşbirlikçiler 

“Girme şu zalimin hizmetine / Konma sinek gibi pislik üstüne

İslam’ı kullanma bir koltuk için / Yazık kutsal dinin inceliğine” Ö. Hayyam

Muhalif liderleri ve insan hakları örgütleri mensuplarını suikastlarla öldürterek rejime olan sadakatını ispat eden işbirlikçilerin davranışları milletini koruma içgüdüsünün ötesinde marazi bir anlam taşıyor. Onlar artık dönüşsüz bir yolda olduklarının farkındadırlar, hayatta kalabilmelerini tuttukları rejime borçlu olduklarını bilirler. Rejim de onları maddiyatla doyurarak, lükse boğarak ve kesenin ağzını açarak milletin isyan duygularını yatıştırmaya çalışır. İşbirlikçiler din de dahil her şeyi kullanmaktan çekinmezler.  

Zalimlerin bu tür adamlara hep ihtiyacı olmuştur. Onlar sömürgecilerin taktiği ile” hep en kötüleri kullanarak en iyileri ezmişlerdir.”

Dış dünyadan soyutlanmış durumdaki gönüllü işbirlikçinin ölüm korkusu arttıkça hayatta kalma isteği de artar. Efendisinin karşısında gittikçe acizleşir. Onun en küçük bir lütfunu bile gözünde büyütür. Ve abartılı bir minnet duyar. Olayları onun gözünden görmeye başlar.

Rehinelerde, savaş esirlerinde, aile içi şiddet mağdurlarında görülen hayatta kalma içgüdüsü, baskıcılara karşı duyulan marazi hayranlık Stockholm Sendromu ile ilgilidir.

İnsan olarak kalabilmek bazen çok zordur.  

“Geçme namert köprüsünden ko su aparsın seni

Yatma tilki gölgesinde ko arslan yesin seni” (1. Murat Han Hüdavendigar ) Akıllı Bir Direniş

“Hayatta başarılı olmak iyi bir ele sahip olmak değil kötü bir eli akıllıca oynamaktır.” Denis Waitley

Zulme direnmek yürek ister. Ancak zafere giden yolda akıllı hamlelere ihtiyaç vardır. Milli varlığını ezdirmemek için cesaretle beraber tedbir de gerekir.   Silahlı mücadelenin mümkün olmadığı durumlarda dinine, milli kültürüne sımsıkı sarılarak geleceğe hazırlanmalıdır. Fırtınalar elbet bir gün geçip gidecektir. Bir nehrin önünü kapayabilirsiniz, ama o birikim gücü ile engelleri aşar ve yoluna devam eder.
“Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, tamamı terk edilemez.”
İdeal olan asıl hedefi göz önünde tutarak, mevcut şartlarda somut adımların atılmasıdır. İnsanoğlu daima reel politika ile ideal politika arasında gider gelir. İnsanların bir bölümü gerçekçi davrandığını öne sürüp reel politikaya bakarlar, içinde bulundukları şartlar, neyi emrediyorsa onu yerine getirirler. Bu çerçevedeki gerçeklik sorgulanmalıdır. İdealden kopmuş gerçeklikler insanı ve toplumu gayri iradi tercihlere, kör şartlara boyun eğmeye zorlar. Kimileri de saf idealizm içinde, içinden geçtiği maddi ve toplumsal gerçekleri kale almazlar, idealleri peşinde atacakları küçük adımları önemsemezler. Oysa en uzun yolculuklara bile küçük adımlarla başlanır.  

Kainatta herşey Allahın varlığına kıyasla hiç hükmündedir. Yerde ve gökte ne varsa (tav’an) isteyerek veya (kerhen) istemeyerek O’na itaat eder. Yaratıcı sorumlu tutabilmek, sınamak için insanı belirli sınırlar içinde özgür kılmıştır.

Tevhid, insanın özgür, onurlu ve gururlu yaşamasını sağlar. Yalnız Yaratıcıya itaat etmek Onun gösterdiği doğal ve temiz yolda ilerlemek, bütün iyiliklere ve güzelliklere evet demek ne güzeldir. İman yani (Kalp ile tasdik) ancak özgür bir düşünce ve seçimle olursa makbuldur.

Normal İnsan Ölçüsü

“Erdem sağlık, erdemsizlik hastalıktır.” F. Petracco

Normal insan:

1. Sağlıklı

2. Zekaca düzenli

3. İradeli, heyecanlarını kontrol eden

4. Hatalarını bilen, özeleştiri yapan

5. Çevresi ile uyumlu

6. Doğruluk ve güven duygusuna sahip

7. Kendine ve çevresine faydalı

8. Sevdiği bir işi olan (Çalışma fizik ve ruh sağlığı getirir.)

9. Hayattan ders alan

10. Olgunlaşan ve geleceğini planlayan bir kişiliğe sahiptir.

“Normal insan problemlerine normal çözümler bulan bir insandır.”

Bir takım yoksunlukları da olsa Yaradan’a inanç ve güveni tamdır. Belirli bir amacı ve yolu olan insan huzurlu ve mutludur.

Dindar bir insan bütün kalbi ile inanır ki:

“Kafir ve münafıklara de ki, elinizden geleni yapın ben de bildiğim gibi yapacağım, yakında rezil ve rüsvay edecek azabın kime geleceğini anlayacaksınız.” 39/4

“..Allah her şey için mukadder bir vakit tayin etmiştir” 65/3 .

“Allah’ı hiçbir şey aciz kılamaz, çünkü O gerçekten her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.” 44/35

“Ve la galibe illallah: Allahtan başka galip yoktur.”