Prof. Üstün Dökmen anneye babaya bağımlı olarak yetiştirilen çocukların yetişkinlik dönemlerinde de bağımlı bir hayat tarzı seçeceklerini vurguluyor ve “bağlı ol, ama bağımlı olma!” diye veciz bir söz üretiyor.
Çocukların ebeveynine, anne babanın çocuklarına, eşlerin birbirlerine bağlı olması normaldir ve gereklidir. Ancak bu bağlılık, bağımlılık derecesine geldiği zaman kişisel gelişim durdurulmuş olur. Bağımlı kişinin sosyal, kültürel ve ruhsal tepkileri bağımlı olduğu kişinin tavır ve davranışları ile belirlenir. Bu kişiler reaktiftir.
Oysa bağımsız kişiler dış etkilere karşı tepki verirken araya bir seçme özgürlüğü alanı koyarlar. Mevcut etkiye karşı nasıl bir tepki vereceğini seçer ve bu seçiminin sonuçlarından sorumlu olduğunu bilir.
Aynı açıklamaları milletler ve devletler için de yapabiliriz. Bağımsızlığı karakterinin özü kabul edenler, “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” diyebilenler kendi kendilerini yönetmeye ehil olduklarını dosta düşmana kabul ettirirler.
Hür yaşamanın manası unutanlar ise “biz kendi kendimizi yönetmeye ehil değiliz, bizden daha üstün bir medeniyeti yaşamakta olan bir milletin vesayetinde, onların izin verdiği ölçüler içinde uygar bir toplum olmaya çalışmalıyız” anlayışına doğru yönelirler.
Elbette her devletin başkaları ile işbirliği ve alışveriş yapması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Üstelik içe kapalı, dış dünya ile ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel işbirliği geliştiremeyen devletler gelişememekte ve geri kalmış ülke sınıfında değerlendirilmektedir.
Ancak eşit şartlarda ve karşılıklı çıkarlar kapsamında kurulan bağları bağımlılık haline getirmek, kimliksiz bir millet/devlet haline gelmeye sebep olur ki, tarihin mezarlığı bu tür milletler ve devletlerle doludur.
Bir başka önemli husus ise, “yabancı bir devlete karşı herhangi bir bağımlılığı olan devletin, içeride de egemen olacak gücü kalmaz”.
Seçimler öncesi televizyonlarda konuşan bir kısım siyasiler ile onlara soru soran bazı gazete ve TV’ciler Türkiye’yi böylesine bir bağımlılık çizgisinde gördüklerini çok bariz ortaya koymakta. “Efendim, K.Irak’ta koskoca ABD var, ona rağmen bir operasyonu nasıl yapacaksınız?”, “Ekonomimiz çok kırılgan, adeta pamuk ipliğine bağlı, AB’ye rağmen Kıbrıs’ta nasıl direneceksiniz?”.
Sanki bu millet Kurtuluş Savaşı’nı birilerinden icazet alarak yapmış. Sanki Türkiye Kıbrıs’a çıkartma yaparken ABD’nin onayını almış. Sanki terör örgütü başını, ABD keyfinden bize teslim etmiş. Sanki Devletimiz yakın geçmişte kendine güvenip, kararlı olduğu zamanlarda bağımlı olmadığını herkese hiç gösterebilmiş değil.
Bu günlere gelirken geçirdiğimiz aşamaları da unutmamak gerekir. “AB temsilcileri meclisimize emirler verip, istedikleri kanunları çıkartmadılar mı? Petrol Kanunundan bankacılık yasasına, yabancılara mülk edindirme kanunundan “eve dönüş yasası” adı altında teröristlerin affedildiği af kanunlarına kadar birçok kanunun çıkmasında dış müdahalelerin payı sizce ne kadardır? Türkiye bu kanunları kendi milli ihtiyaçları için çıkardı diyebilen kaç kişi var?
Diğer kanunların zararlarını bugün hesaplamak kolay olmayabilir. Ancak “dağa dönüş yasası” haline gelen kanunla affedilen yüzlerce teröristin kaç cana mal olduğunu belki daha kolay tahmin edebilirsiniz.
Aynı AB temsilcileri mahkemelerimize karışır, Zanaları, danaları bırakın derler ve biz bırakırsak, hem de bırakırken Dışişleri Bakanı ile TBMM Başkanı tarafından ağırlarsak; falanca sanığa ceza veremezsiniz dedikleri için ceza veremezsek, “hür ve bağımsız” yaşama arzusundakilerin içi kan ağlamaz mı?
Bir adamın, danışmanı olduğu Başbakan için ABD’li yetkililere “bu adamı süpürmeyin, O’nu kullanın” diyebilmiş ve hala görevini devam ettiriyor olması da bu bağımlılık anlayışının bir tezahürü olsa gerektir.
Türkiye en kısa zamanda ABD ve AB ile ilişkilerinde “tek taraflı bağımlılık” ilişkisinden, birbirleriyle eşit şartlarda, karşılıklı çıkarların esas alındığı müttefiklik bağı kurma noktasına gelmelidir. Bunun ilk şartı bazı etkili ve yetkili kişilerde gördüğümüz özgüven yetersizliğinin ortadan kaldırılmasıdır.