Son zamanlarda bağımsız medyanın ne kadar önemli olduğunu iliklerime kadar hissetmeye başladım.
Eskiden en sevdiğim tartışma programlarını izlemeye tahammül edemiyorum. Sözde “uzman”, “bilim adamı” ve “aydın” sıfatlı kişilerin yalakalık sınırlarını bu kadar zorlamaları, zekâmızla alay edercesine en temel yanlışları bile savunmalarını izlemek bir işkence haline geldi.
Bir sade vatandaş olarak haber alma ve bilgilendirilme hakkımın bu kadar engellendiği, medya gücünün bu kadar kötüye kullanıldığı bir dönem hatırlamıyorum.
“Tek adamın” ve “güçlü iktidarın” aleyhine tek cümle söyleyemeyen, tek satır yazamayanların muhalefet liderlerine aslanlar gibi saldırdıklarını görüyoruz.
Her geçen gün, farkında olmadan, TV’de haber ve yorum izlemeye ayırdığım zamanı azaltıyorum.
Medyanın Hali
Türkiye medyasını üç kategoride değerlendiriyorduk. Merkez medya, yandaş medya ve sadece 2-3 kanaldan ibaret muhalif medya.
Muhalif medyada sadece Halk TV, Sözcü Gazetesi, Yeniçağ Gazetesi ile birkaç küçük TV kanalı ve gazete kaldı. Doğan grubunun da Demirören’e devri ile merkez medya sadece Fox TV’den ibaret.
Geride kalan TV ve gazetelerin neredeyse tamamı artık yandaş medya konumunda. Yani SSCB’nin Pravda‘sı veya Mısır’ın yarı resmi El Ahram Gazetesi statüsünde.
Memleket çok ağır bir ekonomik darboğazdan geçiyor. Bir yıl içinde TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 50’yi aşmış. Günlük kurda yüzde 5 mertebesinde dalgalanmalar oluyor. Güdümlü medya muhalefet partilerinin yapacağı veya yapmayacağı kurultayları üzerine tartışmalarla dolu.
Haberler magazin ağırlıklı. Sanki Türkiye’de her şey güllük gülistanlık.
Ekonomiden bahsetmek zaruretinde kaldıklarında “Batı bizi kıskanıyor, ABD bize ekonomik savaş açtı ama millet direnişi ile bu savaştan galip çıktık” yorumları yapan sözde “uzmanları” dinlemek zorunda kalıyoruz.
“Başkan Erdoğan’ın yastık altındaki altın ve dövizlerinizi bozdurun” talimatının ne kadar isabetli ve sonuç alıcı olduğunu anlatan “ekonomi uzmanlarının” keyfi yerinde. Verdikleri hizmetin karşılığının kendilerine cömertçe ödendiği her hallerinden belli oluyor.
Dış politikadaki sıkışmamızın siyasi ve ekonomik sonuçları yerine “evangelistler” üzerinden yapılan tartışmalar ile havanda su dövenler de öyle.
***************************************
Uyuşturucu Gibi
İnsanlar, başlarına geleceğini bilseler bile, kötü haberleri duymak istemiyorlar. Yapılan yayınlar uyuşturucu gibi. İlk dozlardan itibaren insanı mutlu ediyor.
Mesela a haber‘i bir hafta izleyen bir vatandaşın mutluluktan uçar hale geldiğini görüyoruz. Şimdi diğer kanallar da “a haber” gibi olmaya başladı.
Uyuşturucu alışkanlığında olduğu gibi bu yayınlar “bağımlılık” yapıyor. Gerçeği duymak istemeyen bağımlı vatandaş “uçuruma gidiyoruz” tarzı haber ve yorumlardan çok rahatsız oluyor. Tekrar uyuşturulmak istiyor.
Necip Fazıl’ın deyişiyle “beyninde zehirli kıymık taşıyan kişi” olan aydınlar ise mutsuz ve çaresiz.
Beyinlerimize bile hükmetmeye karar vermiş olanlar, 1633’de Galileo’yu yargılayan Engizisyon Mahkemesi gibi.
“Galileo inkâr et, dünya dönmüyor!” diye baskı yapıyor.
Ama Galileo gibi -mahkemede tersini söylemek zorunda kalanlar bile- biliyor ki, gerçekler inkâr edilmekle değişmiyor:
“Dünya yine de dönüyor!”
***************************************
Ekonomi İçin En Büyük SOrun: Şeffaf Olmamak
Demokrasisi gelişmiş ülkelerde bağımsız medya 4. Kuvvet sayılır. Bu ülkelerde yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinden sonra 4. kuvvet olarak sayılması halkın doğru bilgi alma hakkının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Demokrasiyi içselleştirmeyi bir türlü başaramayan Türkiye’de böyle bir görev yapan medyadan bahsedemeyiz.
Bunda en büyük etken ülkeyi yönetenlerin “şeffaflık” ilkesine inanmamasıdır.
“Finansal şoklar” yaşadığımız bugünlerde ekonomide şeffaflığın, halkın doğru bilgilendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmanın zamanıdır.
Daha önce (16 Kasım 2017’de) İYİ Parti’nin ekonomi kurmayı Durmuş Yılmaz‘ın anlattıklarını aktarmıştım.
Durmuş Yılmaz Türkiye’nin en büyük sorunu olarak “ahlaki değerlerin erozyonu” ve ekonominin en büyük sorununu da “şeffaf olmamak” olarak tanımlamıştı.
“Yeryüzünde hiçbir din, hiçbir felsefi sistem insanlara yalanı, aldatmayı, zulmetmeyi, kamu malına el atmayı öğütlemez. İşte bu evrensel değerler erozyona uğradı ve her şeyin içi boşaldı.
Günün birinde bugünden çok daha zor ekonomik koşullarla karşılaşabiliriz, bir nesil sıkıntı çeker, düzeltiriz. Fakat ahlaki erozyonun telafisi öyle değil, yüzlerce yıl gerekir.”
Durmuş Yılmaz’a göre, şeffaf olmamaktan sonra önemli meselemiz “karar alma mekanizmasının felce uğraması ve her şeye tek bir sesin karar vermesi.
Bu nedenle koordinasyon yok ve daha önemlisi yapılan yanlışlarla ilgili kimse ‘Bunu biz nasıl düzeltiriz?’ diye soramıyor. Fren kalmadı.
2001 yılında yaşadığımız sürece çok benzer günlerdeyiz.
2001’de yaşadığımız krizde de şeffaf olmamak yüzünden önümüzü göremiyorduk.
O dönemde de kamu maliyesi felçti, mali disiplin bozulmuştu, hesap kitap karmakarışıktı ve bütçenin içeriği çok fazla bilinmiyordu. Bugün de aynı koşullar oluşmuş durumda.
Sayısız bütçe dışı harcama var ve hem miktarını hem de nereye gittiğini bilmiyoruz.
Varlık Fonu böyle bir şey mesela…
Derhal denetim ve kontrolün hâkim olup Sayıştay’ın çalıştırılması gerekir.”
İlhan Kesici‘nin cümlesiyle, “Allah korusun, bütün zamanların en büyük ekonomik daralma ve küçülmesine doğru gidiyoruz.”
Medyayı “doğru bilgi edinme hakkımızı” önlemek için kullanan, Sayıştay’ı çalıştırmayan, şeffaflık anlayışına bu kadar uzak olan bir yönetimle kriz önlenebilir mi?