“Baba”ya Ölüm, Yaşasın Özgürlük (!)

59

El, ayak, ağız, diş, damak, gırtlak; toplanırlar, “Hep biz çalışıyor, topluyor, öğütüyor, mideye gönderiyoruz. Akıllı midenin enayisi olmak istemiyoruz. Artık ona hizmet etmek yok,” derler. Protesto edilen mide bir süre boş kalır, beden bitkin düşer. Ayak yürümez, el tutmaz, ağız gevelemez, diş kesmez, damak tat almaz, gırtlak yutkunmaz olur; her biri canlılık özelliklerini kaybeder. Tekrar toplanırlar, “Eyvah, biz ne yaptık? Meğer biz yalnız mideye hizmet ettiğimizi düşünüyorduk, aslında kendimize hizmet ediyormuşuz.” derler. Ancak iş işten geçmiş olur; mideyi protesto, çoklu organ yetmezliğiyle sonuçlanır.

Başkasının enayisi olduğunu düşünenler, işin sosyolojisini bilmeyen idrak yoksunu kimselerdir. Hiçbir sosyal hadise ve iletişim yoktur ki sonunda bumerang gibi kendisine dönmemiş olsun. Yapılan iyilik ve kötülükler de böyle.

 Millet denen topluluk içinde yaşamak istiyorsanız devlete, bir işyerinde çalışıyorsanız patrona, sınıfta öğretmene, ailede babanıza değer vermek, hürmet ve hizmet etmek zorundasınız. Hizmet ve hürmet, sorumluluk taşıyanların hakkı, hizmet alanların görevidir.

Geleneksel aile yapımızda “baba” bir şey değil, çok şeydir: Evin direğidir, kendinden başka herkesi gölgesine alan çınardır, gözyaşlarını içine akıtan pınardır, kıymeti varlığında bilinmeyip yokluğunda anlaşılandır, dış kapının mandalıdır.

Çiçekteki renk, meyvedeki tat farklılığını toprak cinsiyle izah ederiz çok kez. Yasaları oluşturan da toplumların yaşantıları, hayat algıları, inançlarıdır. Nisa suresi 34. Ayette “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Saliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar…” buyrulur. Erkeğin üstünlüğü, taşıdığı yöneticilik ve koruyuculuk sorumluluğu gereğidir. Ayette erkekler bilinçli sorumluluğa, kadınlar ise hakkaniyet adına itaate, değerbilirliğe davet edilmektedir.

 Türk geleneğinde evin kadını, Ahmet Mithat’ın Yeniçeriler romanında tiplediği “eve girdiğinde duvarları titreten” erkeği, kocası olsun, ister. Bir erkek olarak hem koca hem baba, sevse de dövse de ona saygı duyulur, el kalkmaz, aşağılanmaz, değersizleştirilmez. Kadının değeri, kocasının saygınlığıyla paraleldir.  Yaprağı gür ağacın, gölgesi de koyudur, serindir. Yazılı olmayan yasalarımızı dillendiren atasözlerimizde bunun örneklerine rastlarız: “Arı kadar eri olanın, dağ kadar yeri olur.”

 Baba sıfatını kazanan erkek için kadın, namustur, emanettir; korunmalıdır, uğrunda ölünmelidir. Erkek tohumsa kadın topraktır; nesil onunla devam edecektir. Toprak, vatandır; uğruna sefere çıkılır, ordular çarpışır. Ayaklarının altına Cennet serilen kadına bizde “anne” denir. Evde erkek baştır, kadın boyun; başı boynun çevirdiğini inkâr etmeye gerek yok.

 Ata et, ite ot verirseniz ikisi de aç kalır. Doğrusu, fıtratlarına uygun besinleri vermektir. Sosyal yapımızın çekirdeği ailemizi bozmak isteyenler de kadın ve erkeğe fıtratının dışında görevler yükleyerek işe başladılar. Kadın, ekonomik özgürlük kazanmak adına sokağa çekilirken erkek, modern ve anlayışlı koca reklamıyla eve kapatılmak isteniyor. Kadın, hayatın yükünü kaldırmakta zorlandığı, erkek de çevresine, eşine, çocuklarına karşı saygınlığını yitirdiği için haklı olarak isyan ediyorlar.

 “Tavşan kaç, tazı tut” taktiğiyle son kalemiz aile düzenimizin bozulmak istendiğine şahit oluyoruz. Kadına muz, erkeğe Demokles’in kılıcı gösteriliyor. “Kadın ve erkek arasına şeytan bile girmez.” temel kabulümüze rağmen, devletin aile ilişkilerimize müdahil olduğunu görüyoruz. Her hanede tartışma olabilir, şikâyetlerde “kadının beyanı esastır” temel ilkesi, pek çok yuvanın yıkılmasına, kadınlara karşı ölümle sonuçlanan şiddete yol açmaktadır.  Erkekler, hakkaniyetle izah edilemeyecek bir nafakanın mahkûmu ve güvenilmeyen bir ilişkinin kurbanı olmak yerine, hiç evlenmemeyi tercih etmektedir.

 Siirt’te bir baba eve gece yarısı gelen 17 yaşındaki kızını sorgular ve aldığı cevap üzerine ona bir tokat atar. Anne ve kız babayı Emniyet’e şikâyet eder. Baba, evden uzaklaştırılır. Baba şimdi ne yapsın? Eve gidemiyor; çünkü yasak; sokağa çıkamıyor; işin içinde millete rezil olmak var. Bunalıma giriyor. Bir anlık bir öfke, çözümsüz sıkıntıya yol açıyor. Bundan ne anne ne kız ne baba memnun. Aile kurumunu yıkmak isteyenler ve buna karşı kulakları sağır eden sessizliğe bürünenler zil takıp oynayabilir.

 Devlet otoritesinin zayıfladığı, Osmanlının o son günlerinde Mehmet Akif, gördüğü manzarayı, “Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, Pazar / Naradan çalkanıyor, öyle ya… Hürriyet var! / Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… doğru: / Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. / Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; / Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın;” dizeleriyle dramatize eder.

 Devlet, ülkede; baba evde bir otoritedir. Otoritenin olmadığı yerde hâkimiyet, hâkimiyetin olmadığı yerde asayiş eksiktir. En kötü yönetim, yönetimsizlikten iyidir. Ekonomik ve bedensel özgürlük kazanmak adına erkek yönetimine başkaldıran kadın, farkında olmadan kaotik, anarşik bir ortama savrulmaktadır. Her gün bir özgürlük duvarına toslayan feminist kafalar, toplumsal fitneye odun taşıdıklarını bilmelidirler.

 

“Baba”ya ölüm, yaşasın özgürlük! Bu kış uykusu ne zaman bitecek?