“Azap” Ülkesinde Keçi Olmak

74

Bugünlerde “Siyaset ayrıştırır, sanat birleştirir; gelin sanat konuşalım.” diyorum; amacım, kişilerin birbirlerini kırmaması, sevmesi. Ancak, görüyorum ki sanatta da pek anlaşamıyoruz.

Siyasette, hukukta, ticarette, eğitimde, dini ölçülerde aynı dili konuşamıyoruz, kavga ediyoruz. Herkesin gerçekliği farklı, beklentileri farklı. Bu curcuna içinde biz neyiz? Millet miyiz, cemiyet miyiz, toplum muyuz, topluluk muyuz? Sosyolojik sınıflandırmada nerede yer alıyoruz?

Milli Eğitim Bakanımız ilk ve orta öğretimde yapılan sistem ve müfredat değişikliğini açıklıyor, arkasından bir kızılca kıyamet kopuyor. Kimisi ne gerek varmış, diyor; kimisi böyle saçmalık olur muymuş, diyor. Bazıları sosyal medyada veryansın ediyor, açıklamaları çarpıtıyor, Bakanlığın, bütün sınıflarda matematik dersinin temel ders olduğunu söylemesine rağmen, seçmeli dersler arasına alındığını iddia ediyor. Oluşturulan algı ile kafalar bulanıyor, sapla saman karışıyor.

Her gün televizyon ekranlarına çıkıp sağlık öğütleri veren hekimlerimiz, en basit konularda anlaşamıyor, dün doğru dediklerine bugün yanlış diyebiliyor. Şifa olarak önerdikleri ilaçların, zamanla şifa kaynağı değil, bir ölüm sebebi olabileceğini söylüyorlar. Uzman olarak kabul edilen bu kişilerin kendileriyle ve birbirleriyle bu kadar çelişkiye düşmeleri, takipçilerini ve sağlığını önemseyenleri çaresiz bırakıyor, şaşkın ördeğe çeviriyor.

Sosyal ilişkiler bir hukuk düzenine dayanır, hukuk adalet üzerinde yürür ve yürütülür. Hukukta haklar esastır. Hak ve adalet anlayışında bile anlaşamıyoruz. Bırakın hukuku, kanunların yorumlanmasında ve uygulanmasında bile zaman zaman çelişkiye düşüyor, bu sebeple ayrışıyoruz. Doğru ve doğal hukuka ulaşmamıza ideolojik prangalarımız izin vermiyor. Bize giydirilen “deli gömlekleri”ni bir türlü üzerimizden atamıyoruz. Zaman içinde doğruyu idrak ederek, vicdanımızı devreye koyarak, insafa gelip “Pardon” desek bile “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” oluyor. Yok yere zamanlarını, ümitlerini çaldığımız, dar ağacında sallandırdığımız insanları geri getiremiyoruz.  Demokratik yaşamın en basit uygulaması olan seçimleri bile bir kaosa dönüştürebiliyor, bu sebeple birbirimizin canına kast edebiliyoruz.

Siyasi alanımız, tam bir arena. Siyasi figürler birbirlerine karşı “kırmızı görmüş boğa” gibiler. Yalan, iftira, riya, vefasızlık, nankörlük, hakaret; bu alanı en iyi anlatan sözcüklerden birkaçı. Kılavuzu siyasetçi olanın, burnunun pislikten kurtulamayacağı bir ülkede yaşıyoruz. Siyasetçilerimiz, çocuklarına, halkına vereceği, tarihe nasıl geçeceği hesabın değil, birbirlerini bir şekilde mahkûm etmenin, ezmenin, sermaye edinmenin, egolarını tatmin etmenin gayreti içinde. Siyasetin, bürokrasinin, mevkiinin kişiyi yüz seksen derece değiştirdiği bir başka ülke yoktur herhalde. Ezilmişliğin, zalimliğe nasıl dönüşebileceğinin en güzel örneklerini bu arenada görmek mümkün.

Ahlaki değerlerin küçümsenip çağdaşlık, özgürlük adına, ahlaksızlığın yüceltildiği bir toplum olduk. Değerlerini yitirmiş bir toplum oluşturma adına Batı’dan gelen fonlarla birtakım yayınlar, programlar, etkinlikler yapan kurumlar, medya organları, sivil ve resmi kuruluşlar, bilerek veya bilmeyerek bu milletin temelini dinamitliyorlar. Yapının harcı olan değerler, yapıştırma görevini bitirirse ortada ne yapı kalır ne millet kalır.

İnsana hizmeti amaç edindiği için rızkın onda dokuzunun verildiği ticarette ilişkiler hiç de insani, vicdani, ahlaki değil. Az zamanda, çok ve kolay kazanç, temel ilke. Üretici; maliyeti düşük, kazancı yüksek imalat peşinde. İnsana saygı, ticari ilkelerin son sırasında yer alıyor. Böyle bir ticaretin bereketinin olmaması, doğal sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Sermayenin, emekten fazla önemsendiği bir toplumda kazanan da kazandıran da mutlu olmaz. Çünkü orada vicdanları yaralayan, haksız bir kazanç vardır.

Ölenin de öldürenin de şehit ilan edildiği bir din, Allah’ın dini olamaz. Allah’ın, insanlar barış içinde yaşasınlar diye gönderdiği din, ölmeyi ve öldürmeyi değil, yaşamayı ve yaşatmayı öncelikler. İndirilen ve uydurulan ifadeleriyle birbirinden bu kadar uzak ve farklı yorumlanan dini öğretilerin insanları birleştirmesi mümkün değildir. Bir de dini referanslar kullanılarak bir ayrışma ikliminin oluşturulması, iki dünyada da hesabı verilemeyecek bir girdaba düşmüş olmaktır. Rabbim bizi hesabını veremeyeceğimiz karar ve eylemlerden korusun.

Önce can, sonra canan, denmiş. Kişi önce kendisi, sonra eşi, evlatları, vatanı için vardır. Peki, bizim ülkümüz nedir? Bu konuda bir insicam, ortaklık, samimiyet; güçlü şekilde var mıdır? Hangi ülküde birleşiriz, aynı heyecanı duyar, kader birliği yaparız? Biz hep kederi mi paylaşırız, sevinçleri paylaşmaz mıyız? Doğal afet veya düşman taarruzu mu gerekli bizim bir ve beraber olmamız için? “Ülkü birliği” denen söylemin, birleşmek için bizi yeterince motive etmediği kanaatindeyim.

“Ayrılıkta azap, birlikte rahmet vardır.” gibi mübarek bir söz ve “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. / Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” gibi samimi bir beyit varken bu ayrılık gayrılık niye? Ayrışmak kaderimiz değil, hastalığımız; birleşmek mecburiyetimiz ve sağlığımızdır. Her farklılık, Rabbimin bir ayeti olarak yaratılmışken bizim bunu bir ayrışma nedeni olarak değerlendirmemiz, tam bir hastalık halidir, şizofrenik durumdur.

Ayrışmayı körükleyen kanalları, sosyal medyayı kapatalım, reyting yapmasınlar; siyasi figürleri dinlemeyelim, kitapları okumayalım, pirim yapmasınlar. Beraberliğimizde bize yaşama sevinci veren kişilerle birlikte, uğraşlar içinde olalım. Yaşamın anlamı, eğitimin görevi, Sınav’daki başarının formülü bu.