Kur’an, M. 7.
asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat / etkili bir söylem göstermiş ki,
Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a” /
“Askıda Yedi Şiir” adıyla bir şiir türü olan ünlü kasidelerini o dereceye
indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasîdesini / şiirini Kâbe’den indirirken
demiş: “Âyetlere karşı bunun artık kıymeti kalmadı.”
Hem, Arabistanlı
bir edîb / edebiyatçı “Fa’sda’ bima
tu’mer.” / “Artık emrolunduğun şeyi kafalarını çatlatırcasına ısrarla anlat.”
(Hicr: 94) âyeti okunurken, işittiği zaman secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen
Müslüman mı oldun?” O dedi: “Yok, ben bu âyetin belâgatine / etkili ifadesine
secde ettim.”
Hem, belâgat
ilminin dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî, Sekkakî ve Zemahşerî gibi binler
dâhi imam, âlim, önder gibi edipler; görüş ve fikir birliği ile karar vermişler
ki: “Kur’an’ın belâgati, etkin söz içermesi; insan takat ve gücünün fevkinde ve
üstündedir. O’na yetişilmez.”
Hem o zamandan
beri Kur’an; devamlı bir şekilde kendisine sözle karşı çıkılmasını isteyerek,
onlara meydan okumakta, böyle bir çağrıyı yapıp durmakta. Mağrur, egolu ve
eneli yani benlik sahibi edip ve edebiyatçıların damarlarına dokundurmakta,
gururlarını kıracak bir tarzda: “Ya bir tek surenin mislini / benzerini
getiriniz. Ya da dünyada ve âhirette helâketi, mahvolmayı ve zilleti / hakir
oluşu kabul ediniz.” diye meydan okumaktadır. Buna rağmen o asrın muannit /
inatçı, beliğ ve edebiyatçıları bir tek surenin mislini / benzerini
getirememişlerdir. Kısa bir yol olan muarazayı / karşılıklı söz düellosunu
bırakıp; uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe / savaş yolunu
ihtiyar etmeleri / seçmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün ve olası
değildir.
Hem, Kur’an
dostları Kur’an’ın benzerini ve taklidini yapmak için yanıp tutuşmuşlar. Böyle
şiddetli bir isteği başarabilmek için çırpınıp durmuşlar. Kur’an düşmanları da
Kur’an’a mukabele / sözle ona karşı koymak amacıyla ellerinden geleni
yapmışlardır.
Onu tenkit etmek /
onu eleştirmek istemenin şiddetli içgüdüsü ve Kur’an’ın eşsizliğinin
uyandırdığı kıskançlık dürtüsüyle, birbirini takip eden sayısız eserler kaleme
almışlar. Bu tip, tipsiz eserlerle ortalığı doldurmuşlardır. Fakat hiçbiri onun
belâgatine yetişememiş. Eğer yazabildikleri eserler; en âmi / en câhil, en
bilgisiz adamlara okunsa bile diyecekler: Kur’an, bunlara benzemez. Bunların
mertebe ve dereceleri Kur’an’ın çok gerisinde ve aşağısında kalmaya mahkûmdur.
Öyle ise Kur’an;
ya onların altında veya hepsinin üstündedir. Kur’an’ın -hâşâ- bütününün altında
olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hatta hiçbir ahmak diyemez. Demek
belâgati, mertebe ve seviyesi, umumunun üstündedir. Hatta bir adam “Sebbaha
lillahi ma fi’s-semavati ve’l-ardı.” / “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı
tespih eder, zikredip anar.” (Hadid: 1) âyetini okudu, dedi: “Bunun harika
telâkki ve kabul edilen belâgatini / edebî yönünü göremiyorum!”
Ona denildi: “Bir
seyyah / gezgin gibi hayalen o zamana git, orada dinle.” O da, kendini
Kur’an’dan önce orada hayal ederken gördü ki: Varlıklar perişan, karanlıklı,
camit / cansız, ruhsuz, şuursuz, vazife ve görevli olmaktan uzak bir şekilde;
hâlî / boş, hadsiz / sınırsız, hudutsuz bir fezada / uçsuz bucaksız boşlukta;
kararsız, fâni / geçici bir dünyada bulunuyorlar.
Birden Kur’an’ın
lisan ve dilinden bu âyeti dinlerken gördü ki: Bu âyet kâinat / evren üstünde,
dünyanın yüzünde muazzam bir perde açtı, ışıklandırdı. Bu ezelî / öncesiz nutuk
/ konuşma, sermedî / daimî ferman / emir ve buyruk; asırlar sıralarında dizilen
şuur ve bilinç sahiplerine ders verip gösteriyor ki, bu kâinat / bu evren;
büyük bir câmi hükmünde. Başta semavat / gökler, arz ve yer olarak
umum / tüm mahlûkat / yaratılanlar; canlı bir şekilde zikir ve tesbihte
/ Allahı anmada ve görev başında coşup taşarak mutlu bir şekilde, memnun bir
hâlde bulunuyor diye görüp düşünmeye başladı.
Bu ayetin belagat
derecesini zevk ederek, farkına vardı. Diğer ayetleri buna kıyas etti.
Kur’an’ın belagatli nağmelerini duymaya başladı. Kur’an’ın, yeryüzünün
yarısını, insanların beşte birini etkisine aldığını gördü. İlahî sultanlığın
ihtişam ve görkeminin -kendisine yapılan son derece hürmetle- on dört asır
aralıksız sürdüğünün, binler gizli sebep ve nedenlerinden bir hikmetinin
sebebini anladı.