1970’li yıllar Türkiye’de “Sol-
Sağ çatışmalarının” yaşandığı yıllardı. Önce fikri planda başlayan tartışmaların
daha sonra kavgalara ve sonunda silahlı çatışmalara döndüğü bu dönemde
üniversite tahsili yaptım.
Fakülteme 1973’de
başladığımda daha liseden “ülkücü” olarak fakülteye gelmiş, “devrimci”
sayısının çok olduğu Kimya Fakültesinde birlikte okuyordum. Fakültemdeki ve
diğer fakültelerden edindiğimiz ülkücü arkadaşlarımızla kendimizi
“geliştiriyor”, devrimci arkadaşlarımızla sürekli fikir planında “mücadele”
ediyorduk.
Ülkücü gençler Ziya
Gökalp’ten, Alpaslan Türkeş’e milliyetçi kaynak kitaplardan, devrimci gençler
de Marx’tan, Mao çizgisine kadar buldukları “devrimci/ sosyalist” kitaplardan
besleniyordu. Karşı grupların hedefi “yapılan tartışmalarda rakibini yenmek”
ve onları kendi gruplarına dâhil etmeye çalışmaktı.
Oysa ileride öğrenecektim
ki, tartışmalarda yenmek, haklı çıkmak değil, hakikati aramak önemli
idi. Zaten tartışmada yendiğiniz insanı ikna etmeniz de mümkün
değildi.
Ben de bu ortamda, büyük bir
açlıkla, bir yandan bulduğum kaynak kitapları okuyor, bir yandan da milliyetçi
kanadın bilim adamı ve siyasetçilerinin katıldığı konferans, açık oturum gibi
faaliyetlerde bilgimi artırmaya çalışıyordum.
İstanbul Üniversitesi
çevresinde Kubbealtı Cemiyeti’nde Türk Müziği çalışmalarına katılmaya
başlayınca, burada yapılan konferansların da müdavimi oldum. Burada çok sayıda
bilim, sanat ve siyaset adamını tanımak benim tahsil hayatımın önemli
kazançlarından biri oldu.
Galiba 1975 yılıydı. Milliyetçi
profesörler arasında ismi geçen, lisede iken edebiyat dersimizde kitabını
okuduğum, Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü, Edebiyat Tarihçisi Prof.
Dr. Mehmet Kaplan da Kubbealtı’nda bir açık oturumda konuşmuştu.
Bu konuşmada öğrendiğim
diğer bilgileri bugün hatırlayamam ama Prof. Mehmet Kaplan Hoca’nın bir tavrını
unutamadım. Çünkü iki soruya karşı verdiği cevaplardan hayatımın en önemli
derslerinden birini almıştım.
******************************
Prof. DR. Mehmet Kaplan’dan Hayat Dersi
Prof. Dr. Mehmet Kaplan Hoca konuşması içinde Ziya Gökalp’i bir konuda eleştirmişti. Bir
başka bölümünde de “her türlü ideolojilere, doktrinlere tabi olmaya karşı
olduğunu, ideolojilerin ve doktrinlerin hür düşünce ve fikri gelişmeleri
önlediğini” anlatmıştı. Bu sözleri bana göre, Cemil Meriç’in “İdeolojiler
yol gösteren birer harita değil, idrakimize giydirilen deli gömlekleri” tespiti
ile aynı kapsamda idi.
Dinleyiciler arasındaki iki
ülkücü üniversite öğrencisi şiddetli tepki gösterdi.
Birincisi “sen nasıl olur
da Türk Milliyetçiliğinin fikir babası Ziya Gökalp’i tenkit edersin?” diyerek,
“haddini bil” anlamına gelen bir soru ile tepkisini ortaya koydu.
Diğeri ise “Türk
Milliyetçiliği fikriyatı ve MHP’nin 9 Işık Doktrini” de karşı olduğunuz
ideoloji ve doktrinlerden mi? diye sordu.
Mehmet Kaplan Hoca son
derece sakin bir şekilde şu mealde cevaplar verdi:
“Evladım, Ziya Gökalp Türk
Milliyetçiliğine ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine muhteşem
katkıları olmuş büyük bir düşünce adamıdır. Ben de kendisinden çok şeyler
öğrendim. Ziya Gökalp 1924’de 48 yaşında iken vefat etti. Ben ise şu anda 60
yaşındayım ve yıllardır bilim camiasının içindeyim. Benim bazı konularda Ziya
Gökalp’ten farklı düşünmem ve O’nu eleştirme hakkım vardır. Sizin de
beni eleştirme hakkınız var.
Ayrıca bilim devamlı
değişir ve yeni bilgilerle gelişir. Mesela Gökalp Türk Müziği’nin
kökeninin Bizans olduğu kanaatinde idi. Çünkü elindeki kaynaklar yeterli
değildi. Sonradan yapılan araştırmalarda bulunan eserlerden ve ses sistemleri
üzerine yapılan tetkiklerden görüldü ki, Türk Müziğinin kökeni Orta Asya
Türkistan coğrafyasıdır. Bu bilgiler o dönemde yoktu. Ziya Gökalp ölmeden
önce bu bilgilere erişmiş olsaydı önceki fikrini değiştirirdi” dedi.
İkinci soruyu soran genç
öğrenciye ise yine mealen, “ideoloji ve doktrin kavramlarının sınırları
ile milliyetçilik ideolojisi ve 9 Işık doktrini kavramının muhtevasının
nerelerde örtüştüğü, nerelerde ayrı alanlarda kaldığını zihnimde netleştirmem
için biraz daha düşünmeye ihtiyacım var. 3 gün sonra üniversitedeki odama
gelirsen bu konuyu birlikte tartışalım” diye cevap verdi.
******************************
Cemil Meriç’in Aydın Tanımı
Gerek sağın, gerekse solun aydın
konusundaki görüşlerini eleştiren Cemil Meriç, entelektüel’i, “zamanının
irfanına sahip olan, ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilen, dünyadaki
belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayan ve peşin hükümlere iltifat
etmeyen, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendiren” bir kimlik
olarak tanımlar.
Devam eder, “entelektüelin
başlıca vasıflarından biri dürüstlük, bir diğeri uyanık ve cesur
olmaktır. Bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda
her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir. Entelektüellerin bir diğer
ayırıcı niteliği de, yaşadığı dünyayı beğenmemektir” der.
TV kanallarında hergün “bilim
adamı, yazar, gazeteci, siyasetçi” sıfatlı kişilerin birer paralı propaganda
aracına dönüştüğünü, kendilerine verilen sınırlar içinde yorumlar yaptığını,
muktedirlerin yağcılığını yaptığına şahit oluyoruz.
Bunları izledikçe Türkiye’nin
en önemli meselesinin gerçek aydın kıtlığı ve gerçek aydına
itibar eden devlet adamı kıtlığı (kaht-ı rical) olduğunu düşünüyorum.