Avrupa İslâm’a katılmaya muhtaçtır. İslâm Dünyası her bakımdan ilerlemelidir. Ama bunun ille de Avrua’ya bağlanmakla olacağı söylenemez. İslâm Dünyası’nın ilerlemesi ancak inançlarına sımsıkı bağlı kalmakla gerçekleşeceği muhakkaktır. İlerleme ve yükselme ancak İslâm’a bağlılık derecesinde gerçekleşebilecektir.
Hem de ne vakit Müslümanlar dinlerine ciddî sûrette sahip olmuşlar, sarılmışlar. İşte o zamana göre yüksek ilerleme kaydetmişlerdir. Buna şahit istersen; Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslâm Devleti bunun en güzel tanığıdır.
Avrupa’da Rönesans’ın doğmasına üstatlık etmiş olan Endülüs Emevî Devleti’ne kısacık da olsa biraz dokunmadan edemiyeceğim:
Endülüs Emevî Devleti, 756 – 1031 yılları arasında Endülüs’te hâkimiyet kurdu. Bugünkü İspanya’da Ed-Dâhil, yani Muhacir lâkabıyla bilinen Abdurrahman’la başladı. Üçüncü Hişam’la sona erdi. 275 sene yaşadı. Devlet Üçüncü Abdurrahman’a kadar “Kurtuba Emirliği” diye adlandırıldı. Bu hükümdar zamanında devlete “Endülüs Emevî Hilâfeti” denildi. Hükümdar, “Emîrü’l-Mü’minîn” ünvanını / sanını aldı.
Üçüncü Abdurrahman ve bundan sonraki devrelerde Endülüs; tarihinde bir daha erişemiyeceği siyasî, iktisadî ve fikrî üstünlüğün doruğuna ulaştı. Endülüs, siyasî güç ve medeniyet bakımından parlak devrini yaşadı.
Emevîler; İslâm dinini, İspanya’dan Avrupa’ya soktu. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversiteleri’ni kurdu. Batı’ya ilim ve fen ışıkları saldı. Hristiyanlık Âlemi’ni uyandırıp, bugünkü müspet ilerlemenin temelinin atılmasına sebep oldu.
Dünya üzerinde ilk üniversite Fas’ın Fez şehrinde bulunan Kayrevan Üniversitesi idi. Bu üniversite 859 yılında kurulmuştu. İlme ve âlimlere çok değer verilirdi. Bunun için Endülüs’te ilim ve fen çok ilerledi. Saraylar ve devlet daireleri birer ilim kaynağı oldu.
Her memleketten ilim öğrenmek için Kurtuba’ya akın akın toplandılar. Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir Tıp Fakültesi kuruldu. Avrupa’da ilk defa yapılan Tıp Fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları tedavi / iyileşmek için Kurtuba’ya gelir; gördükleri medeniyete, güzel ahlâka, misafir-perverliğe hayran kalırlardı.
Kurtuba’da 600 bin kitap bulunan bir kütüphane yapıldı. Ayrıca benzeri pek az bulunan ince san’atlı saraylar, câmiler, bahçeler meydana getirildi.
Birçok ilimlerin, bilhassa Tıp ve Astronomi’nin temelleri atıldı. Endülüs Emevîleri devrinde yetişen âlimlerden bâzıları şunlardır:
Muhyiddin ibni Arabî, Kadı Ebu Bekr ibni Arabî, Nureddin Batrucî, meşhur müfessir Ebî Abdullah bin Muhammed Kurtubî. (Rehber Ansiklopedisi, c.6, s. 329 – 332)
Bu açıklamadan sonra konuya tekrar dönecek olursak: “Hem ne vakit İslâm toplumu dine karşı lâkayt / aldırış etmez bir durum aldılar. İşte o zaman perişan duruma düşerek gerilemişlerdir.”
Oysa, yine Bediüzzaman hazretleri, ne zaman ki der, biz Müslümanlar; dînimize sımsıkı bağlanırız. İşte o zaman Avrupa milletleri bizlere katılacaklardır.
Ve öneminden dolayı her zaman tekrar ettiğimiz, şu özlü ifadelerle bu gerçeği dile getirir:
Evet der, eğer biz İslâm ahlâkını uygulasak. İman hakikatlarının mükemmelliğini yaşıyarak göstersek. Hâl ve tavırlarımız İslâm’a uygun olsa. Hareketlerimiz, yaptıklarımız ve yaşayışımız İslâm çerçevesinde kendisini gösterse. Diğer dinlere bağlı olanlar, elbette toplu bir şekilde İslâmiyete girecekler. Belki yer yüzünün bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete katılacaklar.
889
Başka din mensuplarının İslâmiyete çoklukla katılacaklarını bildiren Bediüzzaman, bunun da şartları olduğunu bildirir. Bu şart ve koşullar ise şunlardır:
Hem ta Hz. Muhammed’in zamanından şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor! Neyi bildirmiyor dersen aziz okur? Şunu: Bir Müslüman çıkmış olsun ki, kendi aklî muhakemesiyle / akıl yürütmesiyle, düşünerek, taşınarak bilinçli bir şekilde İslâm dininden çıkmış olsun. Başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun. Delil ile, başka bir dine katılmış, girmiş olsun.
İşte böyle bir örnek tarihte yok. Kimse de gösteremez. Diyeceksin ki sevgili okur: “Ama dinden çıkanlar var! Ona ne diyeceksin?” Derim ki: “O başka mes’ele. Taklit ise önemsizdir. Bugün Hristiyanların sayısı Müslümanlardan fazla. Peki bu, onların Hakk dinde olduğunu mu gösterir? Asla! İslâmiyeti gerçek anlamda bilen; değil Hristiyanlıkta, hiçbir İslâm dışı bir dinde kalamaz. Kalıyorsa İslâmı bilmediğindendir.”
Hemen belirteyim ki, sadece işitmek, bilmek demek değildir. Bu bakımdan Âhir zamanda, yani Hz. Peygamber’den sonra da, kimi yer ve zamanlar fetret yani gerçek anlamda bilmezlik ara zamanına girer. Bu ince bir konudur. İyi anlaşılmalı. Çok düşündürmeli. Peşin ve fevrî / ânî hüküm vermekten bizleri alıkoymalı.
Tabî bunda, biz Müslümanların sorumluluğu büyüktür. Demek ki gereken teblîğ / bildiri, İslâmı yayma, tanıtma, anlatma görevini hakkıyla yapmaz olmuşuz. Her neyse aslında bu başka bir konu.
Sonuç olarak eğer biz Müslümanlar; dinimizi iyi bilirsek, güzel yaşarsak, örnek olursak. Öteki dinlere bağlı olanlar, yani başka din mensupları, mutlaka bölük bölük -emîn ol ki değerli okur- gruplar hâlinde aklî muhakeme / aklını kullanarak, akıllıca bir seçiş, akıllıca bir anlayışla ve kesin delillerle İslâmiyete katılacaklardır.
Hem tarih gösteriyor ki, tarih boyunca bu şekilde İslâmiyete katılmışlar. İslâmiyete toplu hâlde girmişlerdir.
Evet aziz okur! Eğer bizler doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek. Bundan sonra onların bölük bölük, gruplar hâlinde İslâma gireceklerinden hiç kuşkumuz olmasın.
Felsefeye bağlı Avrupa’nın, İslâmiyete katılması gereğini açıklıyan çok önemli bir ifade ise şöyledir:
İnsanlık dünyasında, Âdem zamanından şimdiye kadar, iki büyük akım vardır. Evet iki büyük akım ve birbirini takip eden, birbirinin peşinden giden iki düşünce sistemi olagelmiştir. Bu iki akım her tarafta ve her insanlık tabakasında dal budak salmış. İki büyük ağaç hükmündedir.
Biri Din ve Peygamberlerin yoludur. Onların getirdiği inanç ve yaşayış sistemidir. Diğeri dinden kopuk Felsefedir. İnsanın düşünce sistemidir. Bu ikisi böylece atbaşı gelip gidiyor. Kıyamete kadar da bu koşu sürecek.
Her ne vakit, o iki silsile birbirine zıtlaşmayıp, uyum içinde olup destek olmuşsa, yani Felsefe Düşüncesi dindarlaşmışsa, insanlık âlemi parlak bir surette bir saadet, güzel bir toplum hayatı geçirmiş. Ne vakit ayrı gitmişlerse; bütün hayır, nur ve iyilikler, Peygamberlerin gösterdiği yol ve din etrafında toplanmıştır.
Ne vakit ayrı gitmişlerse bütün şerler / kötülükler, sapıklıklar dine dayanmıyan insan düşünce sisteminin, yani menfî / olumsuz Felsefe Silsilesi’nin etrafında toplanmıştır.