Yazımın başlığını okuyan okuyucuların zihinlerinde şöyle bir düşüncenin oluştuğunu tahmin etmek güç olmaz; “…Atatürk’ü tarif etmek mümkün değil, belki O’nu anlamaya çalışmak en doğru yol olur…”
Böyle bir varsayım son derece isabetlidir. Zira Atatürk’ü kelimelerle tarif etmek mümkün olsaydı, yaptıklarının sınırları çok daralırdı; yaptıklarının tarifi tam yapılamayacağına göre, O’nu da tarif etmek mümkün ve doğru olmazdı…
Evet, vefatının 71. yılında bile hâlâ tam anlaşılamayan, anlatılamayan Atatürk’ü anlamaya çalışmak en doğru bir yöntem ve çıkış yolu olabilir…
Eğer “tarif” kelimesinin sınırları içinde bir anlam geliştirilecekse bu, Atatürk için yetersiz kalır. O takdirde kişilerin söylemleriyle sınırlı bir Atatürk tarifi olabilir ki bu doğru değildir; örneğin denilebilir ki Atatürk, komple bir sporcuydu, atletti; büyük devrimciydi, askerdi, komutandı, devlet adamıydı; deha idi, filozoftu… Tüm bu özellikleri kendinde toplamış olan bir insan…
Bu özellikleri ve yetenekleri kendinde, benliğinde birleştirmiş ve Türk milletiyle bütünleşmiş, kendini geleceğe göre programlamış mütevazı, sevgi dolu, dünyaya barış için bakan, ülkesine demokrasi getirmek için gecesini gündüzüne katan, varlığını milletine adayan örnek bir insan…
Emperyalizme karşı açılan milli mücadele savaşını tüm halkıyla birlikte vermiş ve kazanmış… Zor olanı, hatta imkânsız olanı başarmış… Sadece Türk milletinin istikbalini etkilememiş, mazlum milletlere örnek oluşturmuş, Hindistan’dan Küba’ya kadar dünya milletlerine istiklâlin anlamını öğretmiş, örnek olmuş…
Hiçbir şeyi “kendisi için”, egosunu tatmin etmek için yapmamış, her şeyi milleti için yapmış… Fani dünyadan çekip gittiğinde de milletinin kalbinde silinmeyen bir iz bırakmış… Bir insan için bundan daha büyük bir varlık, değer, miras olabilir mi?
Atatürk’ü anlamayan ve O’nun fikirlerine inanmayanların hep tekrarladıkları tekerlemeyi duyar gibiyim; “…Atatürk ne yaptı ki?”
Fi tarihinde öğretmen sınıfta öğrencilerine bir kompozisyon yazdırmak istemiş, Atatürk ile ilgili olarak bir konu vermiş, kompozisyon konusu olarak; “Atatürk Türk milleti için neler yaptı?”
Verilen sayfalar dolusu cevapları inceleyen öğretmenin dikkatini tek cümle içeren bir sınav kâğıdı çekmiş; “Atatürk ne yapmadı ki!?”
Bugünkü yaşamımızda “Atatürk’e neler borçluyuz”, diye bir soru da sorulduğunda verilecek cevap ne olmalıdır acaba? Verilecek çok kısa bir cevap da olabilir, uzun da… Denilebilir ki, “…neler borçlu değiliz ki!”
Cumhuriyet düşmanları da minnettar…
Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet rejimini yıkmak isteyenler de demokrasi merkezli cumhuriyet idaresinde varlıklarını sürdürmekteler… Bu yıkıcı ve yok ediciler de Atatürk’e borçlular… Milletin manevi değerlerini “işportacı…” malzemesi yapan “karanlık” kafaların varlığı da Atatürk’e borçlu…
Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde, Türk milleti ile birlikte, kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel kurumlarına kurşun sıkan zihniyetlerin oluşup gelişmesini sağlayan “karanlık” kadroların, Atatürk’ün kurduğu rejim sayesinde devlet idaresine gelmesini bile sağlamıştır…
Yine denilebilir ki, sanat yapabiliyorsak, kitap yazabiliyorsak, özgürce konuşabiliyorsak, TV programı yapabiliyorsak, düşünce üretebiliyorsak bunun temeli Gazi Paşa’nın bize hediye ettiği laik, hukuk, demokratik cumhuriyete borçluyuz..
Varlık sebebimiz, Milli Mücadele Ruhu ve kazanılmış istiklâldir; bu da Mustafa Kemal ile gerçekleşti; bunu inkâr edebilecek olabilir mi?
Olur!
Çünkü, haini bol olan bir milletiz!
Hele bugünlerde bunların sayısı oldukça artmış durumda…
Cumhuriyetin temeli kültürdür…
Atatürk’ün yetiştiği “kutsal ocak” olan Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkmış olması bir şeyi hatırlatıyor; silahlı kuvvetler her zaman ve her devirde yeniliğin, modernliğin, çağdaşlığın öncülerini yetiştirmiştir…
Atatürk bu ocaktan dünyaya seslenmiş… Türk toplumu için düşündüğü ve uygulamaya koyduğu devrimleri “muasır medeniyet” hedefine uygun olarak planlamış ve yapmış…
Günümüzde açıkça ortaya çıkan ve “pervasızlığı” marifet sanan “kara odaklar” tarafından Atatürk düşüncesine yeni düşmanlıklar üretilmekte, hedefler saptırılmaktadır… Çağdaşlığa karşı geliştirilen “düşmanca” karşı devrim girişimleri, demokrasinin nimetlerini de kullanarak, zaman içinde gelişmiş, devlet kurumlarında kökleşmeye başlamış ve tedricen cumhuriyet kazanımlarını hedef almaya başlamıştır. Kendi kafa çemberi dışında düşünce ve görüş kabul etmeyen, fakat çok ustaca kamuflajlarla “takiye” yapan kadrolar, rejimi hedef alan yapılanma içinde olmayı sürdürmüşler ve devam etmektedirler…
Farklı düşünce ve inançta olmanın zenginliği esasına dayanan çağdaş toplum olmanın kriterleri belli noktalarda yoğunlaşmaktadır; bunların başında da laiklik gelmektedir. Toplumsal değerlerin çatışmadan bir arada yaşamasını sağlayan değer yargısı olan lâikliğin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır…
Bugünü ve geçmişi kıyaslamak gerek… Hem lâik hem de Müslüman olunabileceğini, Atatürk Cumhuriyet rejimi ile gösterilmiş, fakat bunu hazmedemeyenler sürekli “…Atatürk düşmanlığını teşvik etmiş ve desteklemişlerdir…”
Dini motifler her toplumun fertleri arasında “harç” niteliğinde olan “yapıştırıcı” değerlerdir, bunu inkâr etmek yanlış olur; ancak, dini motifleri kullanarak insanlar üzerinde, toplum üzerinde “baskı” unsuru kurmak isteyen siyasi iradeler birinci derecede demokrasi ve Atatürk düşüncesinin rakipleri sayılmalıdır… “Esans kokulu” yerel yönetimler tarafından uygulanmaya konulan ve yöresel olarak belli alanlarda oluşturulmaya başlanan “yasaklar”, aslında kişilerin yaşam biçimlerini gösteren yeme-içme alışkanlıklarını sınırlamak değil, kişilerin özgürlükler bütünlüğünün bozma hedefidir!
Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurarken söylediği su ifade son derece önemlidir; “…Cumhuriyetin kuruluşu ne bir soy, ne bir ideoloji ne de bir din üzerine kurulmuştur; cumhuriyeti kültür üzerine kurduk…” diyor. Atatürk düşüncesinin esası bu ifadelerde saklıdır; bunlardan, cumhuriyetten ödün verilemez… Atatürk’ü anlamak için cumhuriyet kazanımlarını, özgür yaşamanın derinliğini, ibadetini zevk ve huşu içinde yapmanın huzurunu anlamak gerek…
Atatürk’ün Türk milletine en büyük hediyesi cumhuriyettir… Etrafınıza bakınız; Ortadoğu “sefalet çamurunda” debelenmeyen bir Türkiye varsa, bunu Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine borçludur…
Dikkatli olmak, sıkı durmak, sağlam yere basmak gerek… Ülkemin ve de milletimin hem dışarıda hem de içeride düşmanı çoktur… Kendine çok fazla düşman yetiştiren bir milletiz…
Şu günlerde Türk milletinde eksik hissedilen bir nokta var; Atatürk’ün ifade ettiği bu hedef anlamında bir tarih bilincine ihtiyaç var. Toplumuzda eksik bazı değerler, anlamalar, algılamalar sorunu var; geçmiş tarihe, toplumsal algılama ve değerlere sahip çıkma sorunu var…
Atatürk’ü anlamak, ideallerini görmek, yaşama geçirdiği fikirleri görmek, fikirleri duygulara dönüştürmek demektir… Bunlar başarılmadıkça cumhuriyetin ve demokratik yaşamın kazanımları yaşanmadan silinir gider…
Atatürk’ün cumhuriyetin temelini dayandırdığı kültür üzerindeki bu vurguyu milletimiz, başta aydınlarımız anladı mı? Biraz şüpheli! Çünkü, Atatürk düşüncesini istismar edenler de, onun ticaretini yapanlar da, onun ardına sığınıp “takiye” yapanlar da, “esans” marka ideolojilerini gerçekleştirmek için cumhuriyet kazanımlarını “araç” olarak kullananlar da “aydın” geçinen diplomalı aydıncıklardır! Vatandaş Mehmet bundan zaten haberdar değildir…
Atatürk diyor ki “…Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız vardır ki, inceleme ve araştırmalarımızı temel olarak çoğunlukla kendi ülkemizi, kendi tarihimizi kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı dikkate almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, diğer milletleri tanır, ama kendimiz bilmeyiz…”
Kurtuluş savaşı verilirken Atatürk’ün çevresindeki en yakın dostları “Amerikan mandası veya İngiliz mandası…” fikrini önerirken, O, sadece şunu düşünmüş ve uygulamış; “…ya istiklâl ya ölüm…” demiştir… Günümüzde de, tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, ABD ve AB mandacılığının ötesinde “uşaklık” yapmaya hazır idealsiz, ruhsuz insanların öttürdüğü “köşe başı” isterik -düdük- çığlıklar dikkate alındığında, o günün zor şartlarında “mandacı” tabir edilenlerin, bugünkü “uşak” ruhlular yanında çok daha vatansever ve milliyetperver oldukları anlaşılacaktır.
Hiçbir devlet liderinde gözlenmeyen, fakat Atatürk’te dikkat çeken bir özgüven var… Hal ve hareketlerin temelinde bu özgüven vardır; doğal karşılanmalıdır ki özgüveni olmayan, büyük işlerde asla başarılı olamaz…
Atatürk, özgürlük ve bağımsızlık derken, milletinin dışında bir değeri ret ederken, bir aydınlanmayı, yönü, hedefi öne çıkarıyor… Kişiyi bu düşünce boyutuyla birleştiriyor…. Özgürlüğü somut bir değer olarak bireye vurgu yapıyor, “aidiyete” itibar etmiyor, bir ideolojiye, totaliter rejime sığınmıyor…
Toplumun özgün değerlerini toplumun varlık sebebi olarak alıyor ve değerlendiriyor. Örneğin, toplumun manevi değerlerini kendi gerçekleri içinde kabul ediyor. Manevi değerlerin istismar edilmesini katiyen istemiyor. İstediği şeyler somut şeyler olup uygarlığa katkı yapacak şeylerdir. Laikliği, manevi değerlerin, inançların, ibadetlerin sağlam ve özgürce uygulanması için teminat olarak görüyor, dini ve manevi değerleri fertlerin hegemonyasından arındırtıyor. Laikliğin bir anlamda inancın garantisi sayılması bu noktada önem kazanıyor.
İnsanın biyolojik doğası gereğince farklı algılamaları olabilir; bunun doğru anlaşılması ve yönlendirilmesi gerekir ki topluma yararlı olabilsin… İnsan yaşamı itibarıyla kocamış olabilir, fakat aklı ve düşüncesiyle genç olabilmek önemlidir… Türk halkı bu özelliği ile her zaman “genç” kalmayı başarmıştır…
Bugün de Türk milletinin bir bütün olarak “fikirde genç ve taze” olmak mecburiyeti vardır. Bu genç düşüncenin temeli de, Gazi Paşa’nın fikirlerini anlamaktan geçer, bu fikirleri çağdaş normlar açısından değerlendirilip “ulus-devlet” düşüncesinin esası olmalıdır. Kurtuluş savaşı, Atatürk düşüncenin oluşması, geliştirilmesi ve yaşatılması ile bu düşünce bütünlüğü bağlamında sağlanmış ve başarılmıştır…
Atatürk’ün tevazu dersi…
Atatürk’ü anlamak demek onu sevmek demektir; methetmek demek değildir… Bu ayırımı çok iyi yapmak ve anlamak gerek… Bu nedenle kendisini methedenlere karşı tevazu gösteriyor, sadece milletinin hizmetinde olduğunu, görev yaptığını ifade etmekte geri durmuyor…
Özellikle Atatürk’ün Samsun’da öğretmenlerle yaptığı toplantıdaki konuşmasında bu hususa çok iyi değinmiştir; “…şahsıma karşı birçok iltifatı yapma nezaketini gösterdiniz. Bu iltifatlar samimi ve kalpten olduğu için kuşkusuz çok memnun oldum. Duyguluyum ve çok teşekkür ederim. Yalnız, sizden olan bir kişiye sizden çok önem vermek, her şeyi ulusun bir ferdinde toplamak, geçmişe, bugüne ve geleceğe ait bir toplumsal açıklamayı böyle yüksek bir toplumun mütevazı bir ferdinden beklemek, elbette ki layık ve gerekli değildir…”
Burada verilmek istenen mesaj bellidir; amaç kendini küçültmek değil, topluma bir kıvanç duygusu vermek istediği belirtiliyor… Toplumun tüm fertlerin cumhuriyetin yerleşip yaşanmasında görevli olduğunu, sade bir vatandaş gibi kendisinin de sorumlulukları olduğunu fakat her şeyin tek kişide, kendisinde, toplanıp onun omuzlarına tüm yüklerin bindirilmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Ayrıca, burada gurur dolu bir tevazu da var…
O’nun şerefi, şanı tarihe kalsın; tarih en iyi şekilde değerlendirir…
O’nu anlayalım ve fikirlerini yaşama geçirelim yeter…
O’nun methiyelere ihtiyacı da yok; Türk milletinin, gelecek nesillerin O’nun rehberliğine ihtiyacı var…
Bilime, bilgiye ve sanata imkânlar sağlamak ve ortamı hazırlamak bizlerin, devleti idare edenlerin, tüm sorumlu ve yetkililerin görevidir… Bunu yapmak Atatürk’ü anlamakla başlar…
Atatürk düşüncenin temeli, ileriye yönelmeye, iler gitmeye, yeniliği yakalamaya yöneliktir…
Gençliğe emanetin anlamı…
Bunun için geleceği gençlere emanet etmenin temelinde sürekli ilerleme ve gelişme ruhu ve azminin yaşamasını, yaşatılmasını sağlama amacı vardır… Neden yaşlılara, orta yaşlılara değil de gençlere emanet ediyor Cumhuriyeti; çünkü onlar “gelecektir”, onlar gelecektir…
Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” bir şiir değildir… Geleceğe yönelik mesajdır, yol gösterici mesaj…
Gelecekte, yarın hür olup olmayacağımızı anlatan bir söylemdir…
Kullandığımız tüm özgürlükler bu söylemde saklıdır…
Geleceğimize yönelik tehlike ve düşmanlara işaret ediyor, tehlikelere karşı cumhuriyeti korumaya çağırıyor. Lâik, hukuk devleti ilkesi mutlaka korunmalıdır, diyor… Bu, Cumhuriyetin temel ilkesidir… Bu ilkeden taviz verildiği takdirde cumhuriyet rejimi de biter… Laik cumhuriyet, Atatürk’ün en büyük hediyesidir…
Geçmişi, tarihi iyi bilmek…
Atatürk’ün en büyük özelliklerinden biri de geçmişine çok değer vermesidir… Tarihi çok iyi bilmek ve bildirmek, öğrenmek ve öğretmek ana ilkesi olmuştur Atatürk’ün…
Bakınız şu gerçeğe; Atatürk tüm askerlik hayatı boyunca cepheden cepheye koşmuş; nerede askeri sorun varsa oraya yönlendirilmiş; Trablusgarp, Kafkaslar, Şam, Halep, Çanakkale…
Giderken de tarih okumuş, incelemiş… Örneğin, Osmanlı askeri -komutanı- olarak Şam’a giderken bile, yolda, at sırtında, tarih okumuş, araştırmış, etrafına de eğitim vermiş, tarih öğretmiş… Bu gerçekleri görüp anladıkça, Atatürk’ün bir toplumun millet olabilmesi için gerekli temel vasfın tarih ve kültürel değerler olduğuna inanması sıradan bir olay değildir…
Bu bağlamda Atatürk tarihi olayları incelemiş, geçmiş ile günün şartlarını kıyaslamış ve gereken dersleri çıkarmış, nihai kararlarını da uygulamış… Bunun için şu gerçeği ilke olarak ifade etmiş “toplumlar tarihini bilmek zorundadır…”
1932 yılında yapılan ilk Tarih Kongresinde, Atatürk çok önemli bir konuşma yapar; “…Türkler dünyaya medeniyet öğretmenliği yapmışlardır… Şimdiden emir veriyorum, kongre 4 sene sonra yapılacak, bir komisyon kurun ve dünya tarihini bilenler olsun, arkeologlar olsun, tarih araştırmaları yapan uzmanlar olsun. Lütfen bunları seçin ve 2. Tarih Kongresinde bunların hazırladığı raporu görmek istiyorum…” der…
Aradan zaman geçer ve 2. Tarih Kongresinde komisyonca hazırlanan rapor okunur, ardından komisyon tarafından hazırlanan bu raporlar Ata’ya verilir… Atatürk raporu derin bir sessizlik içinde dinler… Ve, gözlerinden aşağı süzülen yaşları silmeye gerek duymadan, yine en üstün vakar dolu duruşuyla şu ifadeleri kullanır; “…işte benim tarihim…” der…
Ve ondan sonra da Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi milli değerleri araştıran kuruluşların toplum hayatında ne denli önemli olduğunu insanlarımız zaman sürecinde anlamaya başlar…
Atatürk’ü anlamak için yaptıklarına bakmak gerek…
Cumhuriyete, onun nimetlerine bakmak gerek…
Atatürk’ü anlamak, millet olmak demek…
Atatürk, “neden her şeyde ve işte sadece Türk milletine güvendi”, diye bir soru sorulduğunda, verilecek tek cevap yoktur; birçok cevap vardır… Millete dayanmak, ona inanmak, ona güvenmek… Bunun elbette ki bir sebebi olmalı… Millete dayanıp güvendiğinin temel ilkesi, toplumu “millet” yapan hasletlerin, kriterlerin, değerlerin Türk milletinin ruhunda bayraklaştığını görmesidir…
“Bir milleti millet yapan unsur nedir”, sorusuna Atatürk kafa yoruyor ve araştırıyor. 12 yasından itibaren “düşünen” adamdır Atatürk… Haksızlıklara, olumsuzluklara tahammülü olmayan bir karakteri vardır… Haksızlıklar karşısında akılla tepki vermeye özen gösterir… Bu konularda okurken ve araştırmalar yaparken çok etkilendiği yabancı bilim insanları vardır; millet konusunda çok önemli tespitlerde bulunan araştırmacılardan etkilenmiştir…
Sosyologlara, sosyal bilimcilere göre millet olma ilkeleri farklıdır ve bunlar temel kriterleri şöyle özetlenebilir:
1-“…Milleti millet yapan şey ırk değildir; çünkü bütün modern devletler etnik karışımdır…”
2-“…Milleti millet yapan unsur din de olamaz. Devletlerin sınırları ile mezheplerin sınırları birbirleriyle özdeş değildir…”
3- “Milleti, tabii sınırları referans alarak tanımlamak da tehlikeli ve böyle keyfi bir teori de olamaz…”
İşte bu temel ilkeler etrafında “millet” olmanın ana hatlarını inceler ve irdeler… Atatürk, milleti millet yapan unsurlar konusunda kafa yorarken sosyal bilimlerin bu özelliğinden çok etkilenir.
Atatürk’e göre bir milleti millet yapan unsurların başında tarih gelir. Uygulamalarında tarihin yerini ayrı olduğunu belirtir. Çünkü tarih, milletlerin hayatını, sürekliliğini göstermektir… Tarihi olmayan milletler sürekli olamamışlardır… Medeniyetler kuran milletlerin sürekliliğini sağlayan tarih ve dil birliğidir. Tarih ve dil yaratamamış olan milletlerin hiçbir şekilde iz bırakamadıkları bilinir…
Çünkü millet, maddi olgularla tasvir edilemez… Millet bir ruhtur, manevi bir değerdir; çokların, teklerin bütünüdür; onu anlamak ve hissetmek gerek…
Bu ruhu ve bu manevi değeri aslında “tek” değer olan iki şey teşkil eder; bunlardan bir “mazi”, diğeri ise “hal” (mevcut durum) dır; bu ifadelerin taşıdığı, yüklendiği derin anlamlar bu “tek” kavramını güçlendirir…
“Mazi” konusunu derinlemesine işlemek bu yazının sınırları yetmez, fakat “hal” durumu kısaca ifade etmek mümkündür.
O “hal” nedir, yani bugünkü özlemlerimiz nelerdir?
İnsanoğluna dair özlemlerimiz, değerlerimiz nelerdir?
Zengin bir manevi hatıralar mirasının müşterek sahipliği değil midir?
Birlikte yaşama arzusu değil midir?
Birlikte bırakılan mirası yüceltme iradesi değil midir?
Evet, özlemlerimiz, özlenen değerler bunlardır…
Birlikte bir şeyleri yükseltebilmek, yani milliyetçi olmak, yurt sevgisine sahip olmak, değerler bütünü kültüre sahip olmak demek, bir coğrafyaya, vatan toprağına, bir dile âşık olmanın sorumluluğu ile hep birlikte güzel bir şeyler yapabilme özlemidir… Kırmadan, dökmeden, çatışmadan birlikte yapabilmek, varlığı da yokluğu da paylaşabilmek…
İşte bunu anlatıyor Atatürk…
Kişiye “kul” değil vatandaş olabilmek…
Tek bir kişinin, padişahın, kulu olmaktan değil aynı zamanda emperyalizmin esaretinden kurtarmış, esaret çemberini kırmış, vatandaşlığa gelmemizi sağlamış…
Kutsal kabul edilen tüm değerlerin yok olmasına, aşınmasına karşı durmuş; istiklal demiş, vatan demiş, millet demiş, bayrak demiş…
İşte cumhuriyetin kazanımları bunlar… Bu kazanımları koruyarak, avantajları kullanarak özlemlerimizi gerçekleştirmek ve Atatürk’ün işaret ettiği “muasır medeniyet” üzerine çıkmak bizim görevimizdir…
Atatürk’ü bu anlamda anlamak ve kavramak gerek… Atatürk’ü şekilde anmak değil, beyinsel olarak yürekten anlamak ve anlatmak gerek… Atatürk düşüncesini, “şekilcilikte” değil, dimağda, kafada özümlemek gerek…
Atatürk’ü anmak için anlamak gerek… Anlamak ve yine de anlamak…