Hak Ehli’nin ihtilâfı / aralarındaki anlaşmazlıklar himmetsizlik, gayretsizlik ve aşağılıktan ileri gelmediği gibi.
Dalâlet / Yanlış Yol Ehli’nin ittifakı / birlik içindeki hâlleri de, yüksek himmet ve gayret sahibi olduklarından değildir.
Belki Hidayet / Doğru Yol üzere olanların ihtilâfı / anlaşmazlıkları; yüksek himmetin kötü kullanılmasından ötürüdür. Dalâlet Ehli’nin ittifakı / birliği, himmetsizlik ve gayretsizlikten gelen zaaf / zayıflık ve aczdendir.
Hidayet Ehli’ni yüksek himmet, gayret ve azimli oluştan; suiistimale ve dolayısıyla ihtilâfa / anlaşmazlığa, rekabete / çekişme ve yersiz yarışa sevk edip sürükleyen şey; âhiret açısından övülen, ahlâkî bir hareket sayılan sevap edinme hırsı ve yine uhrevî vazifede kanaatsizlikten ileri geliyor.
Yani, “Bu sevabı / bu İlâhî ödül ve karşılığı ben kazanayım, bu insanlara doğru yolu ben göstereyim, benim sözümü dinlesinler.” diye, hakikî kardeşi olan ve onun cidden sevgisine, kardeşliğine ve yardımına muhtaç olduğu birine karşı; rakipcesine bir durum alır.
“Talebelerim niçin onun yanına gidiyorlar? Niçin onun kadar öğrencilerim bulunmuyor?” Diye, bencilliği oradan fırsat bulur. Kötü bir huy olan makam sevgisine meylettirir. İhlâs ve içtenliği kaçırır. Riya ve gösteriş kapısını açar.
İşte bu hatânın ve bu yaranın ve bu müthiş ruhî hastalığın ilâcı şudur:
Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır. Kendisine uyanların sayı çokluğu ile ve çok başarılı olmakla değil. Çünkü onlar İlâhî vazifeye ait hususlar. Bunun için istenilmez, belki bazen verilir. Evet, bazen tek bir kelime kurtuluş sebebi ve rızaya sebep olur. Sayı çokluğunun önemi o kadar dikkate alınmamalı. Çünkü bazan tek bir adamın; senin vesilenle yola gelmesi; bin adamın yola gelmesi kadar Allahın rızasını kazanmaya sebep olur.
Hem ihlâs ve hakseverlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifade ve yararlanmalarına taraftar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevap kazandırsınlar!” düşüncesi, nefsin ve bencilliğin bir hilesidir.
Ey sevaba / İlâhî mükâfat ve ödüle hırslı, uhrevî amellere kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, sayılı birkaç kişiden başka kendilerine uyanlar olmadığı halde, yine o peygamberlik gibi kutsal ve temiz görevin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner tabi olanların çokluğu ile değildir.
Belki hüner, Allah’ın rızasını kazanmakladır. “Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla ‘Herkes beni dinlesin!’ diye, vazifeni unutup İlâhî vazifeye / göreve karışıyorsun?” Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenabı hakkın vazifesidir. Görevini yap, Allah’ın vazifesine karışma.
Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenabı Hakkın şuurlu mahlûk ve yaratıkları, ruhanîleri / ruhlu varlıkları, melekleri kainat ve evreni doldurmuş. Her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut. Yalnız Allahın rızasını düşün.
Ta ki senin ağzından çıkan mübarek / feyizli kelimelerin havadaki fertleri, ihlâs ile ve içten niyet ile hayatlansın. Canlansın. Hadsiz şuur / bilinç sahiplerinin kulaklarına gitsin. Onları nurlandırsın. Sana da sevap kazandırsın.
Çünkü, meselâ sen “Elhamdülillah” dedin. Bu kelam / söz, milyonlarla büyük küçük “Elhamdülillah” kelimeleri; havada Allah’ın izniyle yazılır. Nakkaş-ı Hakîm / her şeyi hikmetli ve nakışlı yaratan Allah; abes / boş iş yapmaz. İsraf etmez.
Bunun için, o sayısız mübarek kelimeleri dinleyecek kadar sayısız kulakları halk etmiş / yaratmış. Eğer ihlâs ile halis niyet ile o havadaki kelimeler hayatlansalar; lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.
Eğer İlâhî rıza ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeden ibaret kalır.
Seslerinin çok güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!