“Ülkesi için canını feda etmeyecek çok az Türk vardır. Yalnız ülkesinin içinde bulunduğu dâhili çürümeden kurtaracak da çok az Türk bulunur” diyor Mark Sykes Türkçeye Darü’l İslam olarak çevrilen kitabında. Hani şu 1916’da İngiltere ile Fransa arasındaki Sykes-Picot Gizli Antlaşması‘ndaki İngiliz elçisi Sir Mark Saykes.
Bir başka kitabında ise şimdikine benzeyen İttihat ve Terakki yöneticilerinin sık sık “jambona bayılırım“, “konyağı içerim” , “bizim hürriyetimiz var“, “terakki ediyoruz (gelişerek ilerliyoruz)” deyip durduklarını anlatır. Ve Osmanlı’yı “Batı’nın kozmopolit balçığı” olarak niteler. Adam o zamanı mı anlatıyor, bu zamanın mı fotoğrafını çekiyor; emin değilim.
“Kozmopolit kelimesi ilginç ve güzel ülkelerin halklarına musallat olan garip ama korkunç bir hastalığı ifade etmek için kullanılır. Bu hastalığın Doğu’da dışa vuran belirtileri genellikle Amerikan çizmeleri ve Avrupaî elbiseler giymektir. İçe vuran belirtileri ise hastanın dudaklarından dökülen ‘insan hakları’, ‘özgürlük’, ‘demokratikleşme’ gibi sloganlar şeklinde olur. Bu hastalığın kökeni iyi özümsenmemiş Batı kültür ve medeniyetine kadar gider. Hastalığın son safhasında ise kurban öğretmeninden nefret eder, ebeveyninden ve milletinden utanır. Çok çekilmez olur.”
Geldiğimiz nokta budur. Çürümüş toplum katmanları için ‘tuz‘ işlevi görecek olan eğitim camiasından bile yabancı ahlâklı yerli dizilerin yaşam tarzlarını taklit adına 2 aylık bebeği açlık ve susuzluktan ölürken tatil yapan ana olarak çıkabilmesidir.
Sokaklardaki konuşma biçimlerine bakıyorsunuz; nerdeyse tamamına yakını ‘kopyala, yapıştır‘. Konuşma münderecatlarına bakıyorsunuz; yüzde 40 para, yüzde 25 aşk-meşk, yüzde 25 futbol-magazin, yüzde 10 tanımlanamayan. Hikâyemizin giriş – gelişme kısımları kutsal metinlerdeki helak hikâyelerine ne kadar benziyor?
Bazılarının beğenmediği, benim de bazı yazdıklarını ve yaptıklarını beğenmediğim Yalçın Küçük “Çöküş”ü yazıyor. Aslında Çöküş, TC Çökerken gibi isimlere antipatiliyim. Lakin deprem sonrasındakine benzer bu ölmüş insan eti, yüreği, dimağı, ruhu kokusu başımı döndürüyor.
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
“Birinciliği beyaza verdiler”
Keşke demeseydi Özdemir Âsaf. Bu farklı farklı partiler bu aynı işi nasıl becerdiler? ‘-Mış gibi‘ yaparak farklı aksesuarlar sunan sağcısı-solcusu, liberali-etnikçisi, milliyetçisi-muhafazakârı, Sünnîsi-Alevîsi, Atatürkçüsü-Atatürksüzü, İslamcısı-İslamsızı nasıl aynı yere gelebildiler? Gitmek ve görmek istemesek de o köy tefessüh köyü değil midir?
- Yoksa o beldelerin ahalisi, gece vakti onlar uyurken azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
- Yoksa onlar güpegündüz eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden emin miydiler?
- Kim güvenlik içinde görebilir kendini, Allah’ın tuzağına karşı?
A’RÂFtayız.