“Bir milletin, yurt edindiği coğrafya parçasını elinde tutması, üremesine ve üretmesine bağlıdır” desek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde.
Üremek yaşamaktır. Yaşamak ise hayatın gereklerini yerine getirmektir.
Nedir hayatın gerekleri? İnsan olmanın erdemiyle donanmak; aklına bilgiyi, kalbine sevgiyi, bedenine sanatı kuşanmak. Hepsini ahlakla ölçülendirip yurdun imarına katılmak, medeniyet ve kültür üretmek, hayata yeni değerler katmak ve hayatın ahengini tesis etmektir. Hava, su, taş, toprak, insan ve tüm varlığın hakkını koruyup gözetmek… Yaşa ve yaşat ilkesinden taviz vermemektir.
Şimdi bu teorik ölçüleri, hayatımızın gerçeğine vuralım ve görelim hayatımızın gerçeği bu çerçeveye ne kadar denk düşüyor.
Bu alanda bir profil çıkarmak üzere özellikle 15-35 yaş arası gençlerle görüşüyorum:
– Kaç yaşındasın? – Otuz.
– Evli misin? – Hayır.
-Evlenmeyi düşünüyor musun? – Hayır.
– Peki, neden? – Ne evlenmesi abi! Asgari ücretle taşeron firmada çalışıyorum, bekâr evinde kalıyorum. Ne zaman işten atılacağım belli değil. Kendimi geçindiremezken, aile kurup çoluk çocuğa kavuşmayı hayal bile edemem.
– Evliyim bir çocuğum var. -İkinciyi düşünüyor musun? -Delirdin mi abi! Birisiyle baş edemiyoruz. Ev kira, otomobilin taksidi var. O bitince kredi çekip ev almayı düşünüyoruz. Allah bu çocuğumuzu bağışlasın yeter. Bu devirde kolay mı çocuk büyütmek?
-28 yaşındayım, bir şirketin muhasebesinde çalışıyorum, geçen yıl ilk eşimden geçimsizlik nedeniyle ayrıldım. İkinci evliliğimi yaptım. Her ikimizin, ilk evliliğimizden birer çocuğu var, yeni bir çocuk düşünemiyoruz. Karı koca çalışınca çocuğun bakımı sorun oluyor.
Gençlerle konuşuyoruz. Çoğunun işi yok. Bir kısmı üniversiteyi kazanmayı hayal ediyor. Üniversite mezunları ise; üniversiteyi bitirdik de ne oldu? Hala ana baba eline bakıyorum. Kendimden utanıyorum. İktisat mezunuyum diyorum, sana göre iş yok diyorlar. Bir başka işi de ben yapamıyorum zaten yapsam da onlar işe almıyorlar.
Lise çağında bir grup gençle internet kafeden çıkarken karşılaşıyoruz. Huzursuz ve huysuz bir haldeler. Üç saate yakın internette kalmışlar. Edebiyattan, kitaplardan söz açıyoruz. Sınavlardan bıktık, bize, kitaplardan bahsetme diyorlar. Yeni ve eski edebiyatçılardan söz açıyorum; sadece Mehmet Akif’i tanıyıp İstiklal Marşının şairi diyorlar. Namık Kemal’i Atatürk’ün silah arkadaşı olarak biliyorlar.
25 yaş üstü evli Türkler, tek çocuk ve iki çocukla aile sınırını dondurmuşlar. Nüfus genç fakat niteliksiz ve evlilik yaşı gittikçe yükseliyor..
El bebek, gül bebek büyüyen gençler. Hayatın gerçeklerinden uzak kalmışlar. Ailelerinin fedakârlığını hayattan bekliyorlar. Bedel ödemeden her şeye sahip olmak istiyorlar ve genç Türkler şoförlüğü, inşaat kalfalığını, aşçılığı, fırıncılığı, kaynakçılığı, marangozluğu hiç düşünmüyorlar. En çok arzu ettikleri şey masa başında bilgisayar ortamında yapılan bir iş.
İlköğretim, lise, üniversite… Eğitimleri ne olursa olsun, herkes bir başkasının yanında iş peşinde. Gençler, girişimcilik ruhunu kaybetmişler.
Çocukluk ve gençlik dönemlerini ailenin ve çevrenin zorlamasıyla; doktor, mühendis, hâkim, subay gibi bir hayalin peşinde ve meslek sahibi olmanın faziletini anlayamadan tüketen gençler, gelecekten umutsuz ve gelecek onlardan…
Türklerin evlilik yaşı yükseliyor. Boşanmalar artıyor. Yetişen yeni nesiller niteliksiz ve hayatın gerçeklerinden kopuk. En önemlisi doğurganlık oranı binde eksi onlarda seyrediyor. Türkiye’de Türk nüfus hızla düşüyor. 1940-1960’lı yıllarda 5-8 çocuklu aile yapıları 2000’li yıllardan itibaren bir çocuklu yapıya dönmüş. Bu gidişle 2050’lerde kendine bakamayan yaşlı bir Türkiye uçurumuna doğru koşar adım gidiyoruz. (devam edecek)