1940’tan sonra yirmi yıl içinde en önemli hastalıkların başında trahom, sıtma ve verem(tüberküloz) gelirdi. Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın İstanbul’u almak üzere başlattığı sefere yol üzerindeki Şam, Halep, Kilis, Gaziantep’i işgali sırasında trahom hastalığının askerleri tarafından yayıldığı bilinir. Kanser gibi ürküten hastalıklardı bunlar. Sözkonusu hastalıklarla mücadele için kamu ve sivil alanda çok sayıda örgütlenme olmuştu. Özellikle verem hastalığıyla alakalı Yeşilçam çok sayıda prodüksiyon üretmiş, romanlar yazılmış, besteler yapılmıştır.
Kentlerde bu amaçla kurulmuş dispanserler mevcuttu. İlk tedavi orada yapılırdı. Trahom için gözlere ilaç damlatılırdı. Ancak trahom hızla ilerledi ve çok sayıda insanın görme özelliğini kaybettirdi. Fakat görmeyen o genç insanlar toplumdan ve hayattan hiç bir zaman kopmadılar. Mesela “Körler Çarşısı”nda bütün esnaf “ama” idi, yani görme özürlüydü bunlar. Hafız Ahmet kamıştan hasır ve kendir örerdi, Hafız Mustafa sakalık yapar, eşeğiyle kaynak sular taşırdı evlere, Hafız Ali eski otomobil lastiğinden kova üretirdi. Tümü hafızlık eğitimi almış ve bir Osmanlı geleneği olan Ahiliği yerine getiriyorlardı. Mutluydular, aileleri vardı, çoluk çocuklarını okutarak eğitimlerine yardımcı oluyorlardı.
Yurtdışına Kaçış ve Ötesi
Sesi ve hafızası daha güçlü olan bir kısım amalar ise dini eğitim alarak bu konuda uzmanlaşıyorlardı. O yıllarda dini eğitim örtülü olarak yapıldığından ya kaçak, ya da yurtdışında böyle bir hizmete kucak açıyorlardı. En çok da eski cihan devleti Osmanlı’nın örnek şehirleri olan İstanbul ve Bursa gibi Bağdat, Şam, Kahire, Trablus ve Tunus medreseleri bu kaçak hafızlara eğitim veriyordu. Ama talebeler Arapça, Farsça, fıkıh, tefsir hadis, kelam, kıraat, edebiyat öğreniyorlardı. Kaçak olarak yurtdışına giden bu ama gençler, yine kaçak olarak Türkiye’ye dönüyordu. Ülkelerine dönen hafızlar eğitimlerini memleketlerinde de sürdürüyorlardı.
Hafız Kamil’in de en önemli hocası nakşibendi tekkesi şeyhi Şeyh Mehmet Vakıf Efendiydi. Sonra Kasapzade Sabit Hoca ve Kara Durmuş Efendi’den de nahif ve lügat ilimlerini öğrenmiş. Başta Suphe-i Sübyan ve Tuhfe gibi lügatlerin ezberinde olduğunu bilirdik. Cevahir’in de 1300 beytinin tümü belleğindeydi. Bir müddet işsiz kalsa da, halkın dine olan duyarlılığından bazı evlerde ve açık camilerde hatim indiriyor, mevlit okuyor, Kur’an-ı Kerim öğretiyordu. Geçimlerini önceleri bu şekilde karşıladı, sonra yönetimlerin dine olan tavrında biraz gevşeme olunca hafızlar cami ve mescidlere imam, müezzin ve kayyum atandılar, Kur’an kurslarına öğretmen oldular. Tümüne yakınının hiç bir sosyal güvencesi yoktu. Öyleki Ramazan ayında önemli bir bölümü başkent Ankara’ya giderek bir ay boyunca hatim indirirlerdi bazı kişi ve kuruluşların talebiyle.
Gündemi Yorumlayan Bir Aydın
İşte bu kahramanlardan biri de Kilisli Hafız Kamil Kıdeyş’di. Kendisini yakından tanıma fırsatım oldu. Oğlu İsmail İlmi Kıdeyş sınıf arkadaşımdı. Evlerimize sık sık gider, birlikte ders çalışırdık. Hafız Kamil Sebilürreşad ve Serdengeçti dergilerine ve Tercüman gazetesine aboneydi. Bir Kadircan Kaflı tiryakisiydi ayrıca. Son Havadis’ten Mümtaz Faik ve Adviye Fenik ile Orhan Seyfi Orhon, Milliyet’ten ise Peyami Safa ve Burhan Felek’in iyi birer okuyucusu yani okutucusuydu. Bu mecmua ve gazetelerin haber ve köşe yazılarını ya çocuklarına veya evine gittiğimizde bizlere okuturdu. Yorum yapardı yazılardan. Etkilenirdik.
Bir Ses ve Bir Nefes Sonrasında
Çoğu zaman radyosu açık olurdu, her rastladığımda Türk Sanat Musikisi dinlediğine şahit olmuşumdur. Bizi de bilgilendirirdi solistler okurken “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey.. güzel bir şarkı.. Sadi Hoşses’in..” Belki de bir orta mektep talebesinin duyduğu ilk bestekar ismiydi bizler için. “İstanbul şen gönüller yatağı” diye bir solist şarkıya başladığında “Bu şarkı komşumuzun, Dr. Alaattin Yavaşca’nın. Kendisi hekim ama aynı zamanda bestekardır da.” derken gözlerinin içi güler, kendine de adeta pay ayırırdı. Komşu olmanın ayrıcalığını yaşardı. Radyonun ajans haberlerini de hiç kaçırmazdı.
Bir Mehmet Akif Ersoy hayranıydı. Tüm Safahat lügatler gibi ezberindeydi. Her gelişme karşısında muhataplarına Akif’ten bir dize ile cevap verirdi. Hele Mehmet Akif’in şiirinden bestelenmiş “Ezelden aşinanım ben..”i kendisi de bizzat söylerdi. Kullandığı Türkçe okumamızı, şiiri ve şarkıyı sevmemize yeter de artardı bile. Bazen okuduğu şiirlerin şairini sorardı bize. Lisede edebiyat okuyoruz ya, kibar kibar imtihan ederdi Fuzuli’nin Su Kasidesi’nde olduğu gibi. Bilmediğimiz kelimelerin manasını sormaz, bizzat açıklar ve izahı sözkonusu şiiri daha fazla sevmemize neden olurdu.
Sessiz Gemi’deki Gibi Fikr et o günü
Günün birinde “Fikr et o günü kendini omuz üstü tutarlar/ Pay aldı hayattan diye emvate(ölüler) katarlar/ Fikr et o günü derdini bilmez de tabipler/ Verdikleri macuna ya tedbire çatarlar/Fikr et o günü bol ecir almak tamaıyla(sevap)/ Eş dost birikip üstüne taş toprak atarlar/ Fikr et o günü sevdiğin en nazlı evinle/ Hep malını haraç mezat ağyara(düşman) satarlar” diyerek bir şiir okudu. Sonra bunun kalıbını sordu. Aruz ile yazılmış bir şiirdi hemen anlamıştı bütün arkadaşlarımız. Kalıbını da bulduk. Ancak merakımız bu şiirin yazarını öğrenmekti. Hepimiz Mehmet Akif Ersoy diye hatırlatsak da, birkaç arkadaşımız “Sessiz Gemi”den esinlenerek “Yahya Kemal “dedi. Ölümü anlatıyordu dizeler.
Hiç birimiz bilememiştik. Bu şiirin şairi Hafız Kamil Kıdeyş’ti. Çok hoşumuza gitmişti, bir şair ile tanışmıştık, demek şairler böyle oluyor diye de aklımızdan geçmedi değil. Daha sonra her gittiğimizde bize Hafız Kamil şiirlerini okumaya başladı Safahat ile birlikte. Zaten çoğu da hafız olan bütün talebeleri, bu şiirleri biliyordu.
Bir Edebiyat Geleneği
Kendisine özellikle nefsine ders veren şiirlerinin yanında o yıllarda katliam yapan Suriye diktatörü Hafız Esad’a da seslenmişti “Bırak sapıklığı bırak/Edersin ateşi durak/ Mezalimden ol ırak/Macarlara ne etti bak/ Eli çekiç, dili orak”
Bir alim Hocası Baytazzade Mehmet Vakıf Efendi’nin ölümüne tarih düşmüştü şiiriyle. Bir usta esnaf Kelleci Mecit Usta’yı hatırlattı yeni nesillere, Rum mezaliminden etkilenerek Kıbrıs Gazeli yazmıştı. Mehmet Akif’e Hasret’inde “Gönüller o şiir imamına uyar/Uyar saba(altüst olmak), Muhammed Akif’i uyar/ Şiirleri bütün cemaati uyardı/ Uyar saba, Muhammed Akif’i uyar” diyordu.
Sadece tahmisleri değil, kente borularla evlere Narlıca suyunun gelişini, il olma arzusunu halkın, Fatma Atik Camii’ne, kesik minare’ye hitabetini edebiyat geleneğimizden yola çıkarak dizelere dökmüştü.
Hafız Kamil Kıdeyş bir sorun karşısında kendisine gelenlere “Bir kitaba bakalım, ne diyecek”i çok iyi bilen fazıl, alim bir insandı şairliğinin yanında. Günlük gelişmeleri yakından takip eden, yorumlayan bir entelektüeldi, bir aydınlık insandı. Hep Kur’an’dan almış dersini, gönül gözüyle resmetmiş, arif biri olarak sağduyusunu yansıtmıştır. Hem sohbetlerinde, hem manzumelerinde hikmet aramak yanlış olmaz. Fakat hep derslerini kendi nefsine vermiş bir bilge kişidir Hafız Kamil. Öyle ki taşrada bir kentin, bir dönemin bilgi ve belgesini de manzumeleriyle kayıt altına almıştır.
Bazı manzumelerinde divan edebiyatının özgün ifadesini de bulmak mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse “İlmü irfanım evet din ile imanım hep/Mezhebim ile zehab-ı zehebim de nurdur” Zehab bir fikre uyma, zeheb altın anlamındadır.
Oğlu Okuduğu Eserden Tutuklanıyor
Hafız Kamil Kıdeyş’in bütün kültürü duyduklarına dayanır. Sesi güzeldi, hafızası ise kuvvetliydi. Şiirlerinin tümü ezberindeydi. Öğrencileri de ezberlemişti. İşte bundan dolayı bu manzumeler günümüze kadar gelmiştir.
Son yıllarını felçli olarak geçirdi. Ancak iç aydınlığından hiç bir şey kaybetmedi, şükrünü eda etmekten geri kalmadı. “Bir sakat deyip horlama Kamil’i/ Gün gelir felç kaçar, yürük at sürçer” diyerek acılarını hiç dert edinmemiştir, sabretmiştir. Hep nura talip olmuştur. Şöyle diyor dizelerinde “Rabbim Allah-ü veli, müntesebim de nurdur/Hakk’a binlerce şükür, müktesebim de nurdur”
27 Mayıs Askeri darbesinde 18 yaşındaki lise talebesi oğlu İsmail İlmi ve talebesi Şair Nihat Ferah okuduğu dini kitaplardan dolayı tutuklandığında üzülmüştü, yine teselliyi manzumesinde bulmuştu “Ne yazık şerefimi suç sayar ehl-i zülumat/ Tavsiyem onlar için ruz-ü şebim de nurdur”
Hafız Kamil şöyle diyordu tutuklamaya “Oğlum İlmi’ye bu derslerde büyük pay olacak/İki ay ile onsekizin tam olacak/İftira salgını var yavrum uzaklaş burdan/Dememiş miydi baban göz kamaşırken nurdan”
Divan-I Kamil Safalar Getirdin
Hafız Kamil Hocaefendi’nin talabeleri biraraya gelerek öğretmenlerinin şiirlerini okuyarak yazıya dökmüşler. Bir de bakmışlar ki bir divan olacak kadar hacimli bir çalışma ortaya çıkmış. Bir başka hafız, damadı Abdurrahman Sinanoğlu sponsor olmuş “Divan-ı Kamil” Adım Kitaptan yayınlanmış. Pek sevindim doğrusu. Şairler Nihat Ferah, Hasan Şahmaranoğlu, Prof. Dr. Nurullah Çetin, sesiyle bütün makamların ve dizelerin üstesinden gelen Durmuş Çarpın Hocaefendi, bir başka hafız muallim Muzaffer Patlakoğlu, Yazarlar Mehmet Çetin, Mahmut Kaçarlar ve torunu İsmail Rıfkı Kıdeyş katkı vermiş eser neşredilerek kütüphanelerimize girmiş, raflarda yerini almış internete inat. Divan-ı Kamil hoş geldin!.