“Yol kenarında Selvi
olamazsan, Sazlıkta bir saz ol. Ama sazların en yücesi sen ol!
Dayım, hangi konuda olursa olsun
kesinlikle aza kanaat etmezdi. Görevi icabı ata binmek zorundaydı ve
emsallerinin içinde en iyi ata o biner, en iyi elbiseyi o giyerdi. Eğitim
konusunda da öyleydi. Her sene sonu benim karnemi görmek ister, sınıf birincisi
neden olamadım diye kendisinden fırça yemeden kurtulamazdım. Zaten tahsil
yapmak için ilçe de Almanya’ya giden iki kişiden biri kendi oğluydu.
Bu kısa hikâyeciği neden
anlattığıma gelince, biz istesek te istemesek te dünya bir milletler mücadelesinden
ibaret. Eğer bu evrende ilelebet yaşamak istiyorsanız, sınıfınız, rütbenizi makamınız ne
olursa olsun dünyanın en iyisi olmak için çaba sarf etmek zorundasınız. Bir asker
konulu dizi filmde komutan sürekli uyarırdı askerlerini: “Uyursan ölürsün!” Evet, uyursak ölürüz, tıpkı Suriye, Irak, Libya
gibi.
O halde! O halde çalışacağız
ilimde, fende, hukukta ve hatta spor ve güzel sanatlarda. Okumuş ama okuduğunun
farkına varmayan zavallı Prof.’un şu sözünü: “Fiziği Matematiği okusan ne olacak yarın ahirette sana onlarımı
soracaklar” dediği gibi düşünmeyeceğiz.
Ekonomik yönden bu günkü perişan
halimize rağmen, gene de tabii ki bizi kıskananlar, ayağımıza çelme takmak
isteyenler olacak… Eğer bu problemli coğrafyada yaşamak istiyorsak, bütün
bunları zamanında görüp, kartımızı ona göre almamız icap eder.
Bakın Avrupa’nın gelişmiş
devletlerine, hepsinin devlet kurumlarının geçmişi en az yüz yıl geriye gider.
Eğer Almanya bu gün COVİD-19 nalet virüsünde başarılıysa, bunu 1896 yılında
Robert Coch enstitüsünün ayakta olmasına borçlu. Biz ise daha 1928 de kurulan Refik Saydam
Hıfzıssıhha enstitüsünün çanına ot tıkadık. Aynı zamanda Avrupa’nın arkasında
Fransız Devrimi ve Rönesans gibi iki aydınlanma dönemi var ki, bütün enerjisini
oradan alıyor.
Sovyet Rusya, Çarlık döneminden
beri üç defa rejim değiştirmesine rağmen, hala Deli Petro’nun vasiyetine uyup sıcak
denizlere inme hayalini taşıyordu ve Suriye meselesiyle indi bile.
Ya bizler! Yanmış yıkılmış bir
imparatorluğun küllerinden gencecik bir devlet kurmuşuz ama daha yüz yılını
dahi doldurmadan orasından, burasında çekiştire çekiştire ne bu devleti
kuranlara saygımız kalmış, nede onların kurduğu kurumlara. Bu devleti
kuranların hedefleri vardı, büyük Atatürk’ün gösterdiği hedef: “Çağdaş uygarlık seviyesi”nin en zirvesiydi,
ya şimdi? Nato’ya kızıldı kâh duvarın öte tarafı gösterildi, Kâh Şangay beşlisi
veya her gelen hükümetin Avrupa Birliği hayalleri. Avrupa Birliği hayalleri
tamam güzel de, Avrupa Birliği’nin bazı ölçütleri var, hangisini yerine
getirdik bunların? Türk Hukuku ne âlemde, ya eğitim, demokrasimiz tam işliyor
mu, ya devlet kurumlarındaki rüşvet olayları… Bütün bunlara bakıp açık
yüreklikle her şeyimiz tamamdır diyebiliyor ‘muyuz?
Kaleminden başka bir silahı
olmayan gazeteciyi, mapus damlarında çürütüyoruz da: “listemde temizlenecek elli kişilik isim var, hatta
bu listenin içinde bir kısmı da komşularım” diyen kişiye, bırakın
savcıları, RTÜK dahi soruşturma açamıyorsa Avrupa Birliği hayalden öteye
gidebilir mi?
Çok değil ABD de 1860’lı
yıllarında IQ seviyesi 80’leri gösteriyordu, şimdi 105 ve Türkiye de bunu
söylemeğe utanıyorum ama IQ ortalaması: 90. Avrupa ortalaması 105
Bu tablolara bakıp, alt akıl-üst
akıl tartışmalarını yapmanın bir gereği var mı? Vay efendim Türkiye’yi
dışarıdan bir üst akıl yönetiyormuş, Türkiye’ye müdahale varmış. Hayır, efendim
biz kendi kendimizi yönetemiyoruz, kurumlarımız yönetilemiyor yönetilemeyen bir
demokrasinin kurbanlarıyız millet olarak. Başkalarının müdahalesine zaten gerek
kalmıyor ki!
Eğer bir devletin yöneticileri, sürekli
kendi yaptıklarını kendinden öncekilerle kıyaslıyorsa, inanın o yöneticiler,
halkına yalan söylüyor, başarısızlıklarını geçmişle kıyaslayarak örtmeye
çalışıyorlardır. AKP iktidarı 2002 de iş başına geldiğinde Türkiye ekonomik
açıdan Güney Kore ile aynı seviyedeydi, şu anda Güney Kore nerede biz neredeyiz,
kıyaslamayı neden dış ülkelerle yapmıyoruz?
Sırf popülist zihniyetle gerekli
alt yapı hazırlığı yapılmadan, öğretmen kadrosunu tamamlamadan her vilayete bir
üniversite açarsanız, ne açtığınız okul okul olur, ne de oralardan yetişenler,
doğru dürüst meslek sahibi. Keşke okullarımız eski haliyle kalsaydı, hiç
değilse o zaman dünyanın en iyi 500 üniversite sıralamasında bir iki tane
üniversitemiz vardı, şimdi o da yok.
Her vilayete bir Üniversite
yerine adam gibi mesleki teknik okullar açılsaydı, hem fabrikalarımızın
kalifiye adam ihtiyacı karşılanır, hem de üniversitelerimizden adam gibi
adamlar yetişirdi. Malum: “Hepimiz
kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz!”
Kalın sağlıcakla.