Allah – Kâinat – İnsan (4)

106

Vücûd, Hakk’ın tecellî ettiği yer, arş, meydan. Vücud, rûh’un bir mânevî uzvu mesabesinde ve yerinde olan vicdanın aks ettiği âyîne. Öyleyse her nesneye mâna-yı harfiyle / başkasını göstermesi hesabına bakmak ilim. Mâna-yı ismiyle / kendi hesabına bakmak cehl-i mürekkeb / tam bir cehalet. Nitekim resme bakıp ressamı hatırlamak ve övmek, ressamlığını takdir etmek ilim. Sadece resmi beğenip, ressamı hiç anmamak ve akla getirmemek; resimdeki san’atı resmin kendisine ve içindekilere vermek tam bir cehalettir.

Çünkü esbâb / sebepler dairesinden Hâlıkıyete yükselememiş oluruz. “Her şeyi maddede / sebebte arayanların / görenlerin akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.” Çünkü bir de basîret denen mâna, akıl, kalb ve feraset gözü vardır.

Maddeyi gören baş gözüyle, mânayı gören kalb gözü işbirliği yapmadıkça; dıştan gelen duyum ve görüşler kalbin tasdikinden geçmedikçe; görüşler rûhsuz, bakışlar yavan, anlam mânadan yoksun kalır. Hikmetten / İlâhî gaye ve maksattan uzak bir mâlûmat edinmiş oluruz ki, bu ilim değildir. Çünkü Yaratana işaretten mahrum bir biliş; ilim değildir. Zira ilim sahibinden beklenen: Her şeyde O’na yâni Allah’a işareti ve her şeyin O’nu gösterdiğini görmesi ve göstermesidir.

Madde, Mâna ile. Vücûd, Rûh ile. Dünya, Çekim Kanunu ile ilişkilidir. Önce mâna, sonra madde. Ama önce madde zuhur ediyor. Mimarın kafasında önce tasavvur, tahayyül, plân yani kader var. Zuhurat sonra. Kader’in plân, Kazâ’nın tatbik yani plânın gerçekleştirilmesi demek olduğu gibi. Ama biz sonrakini yâni maddeyi ve oluşumu gördükten sonra; önceki hususa yâni var oluş gaye ve maksadına varıyor ve hikmetini anlıyoruz. Âdeta mâkûsen mütenasip / ters orantılı bir durum.

Halbuki her şeyden önce; sonra anlıyabileceğimiz; o şeyin yaratılış gayesi vardı. Her madde / her var oluş; önceliği olan gaye / hedef ve maksadı muhtevi / içeren mânasından dolayı meydana getirilmiştir. Mânasız bir madde yoktur. Ama gözümüz hep maddeyi görmekte, ortaya çıkmasında baş rolü oynayan hikmetini / varlığa çıkartılış nedenini / sebep ve mânasını; çok zaman ihmal etmekteyiz.

Çekim kanunu maddenin dağılmasını; Rûh, vücûdun çözülmesini önlüyor. Harç misali. Her ikisi de karışım olan maddeyi, terkip halinde tutuyor. Kum – Kireç – Çimento – Demir vs. yığını karışım olup, en ufak bir rüzgârda dağılmaya mahkûmdur. Beton kalıbı ise terkip; yâni yeni bir oluşumdur. Kendisini meydana getirenlerden farklı bir durum arz eder. Bu yüzden asla dağılmaz.

İşte bunu, vücuda giren değil de, onda tasarruf eden RÛH sağlıyor. Çekimin âhengi temin etmesi gibi. Nitekim rûh vücûttan çekilince; insanın yığılıp kalması. Kâinatın rûhu mesabesinde olan çekim kanunu, aradan çekilince de; insan-ı ekber / büyük insan olan Kâinatın başına Kıyamet’in kopacağı misali.

Hâsıl-ı kelâm, Kâinat mektup. Öyleyse kâtibi / yazanı var. Mektup ise gönderildiği kimseden; okunması istenen. Sonra gerekeni yapması beklenen. Sonunda mükâfat veya cezayı icap ettirecek mesajlar demetidir.

Kâtip Allah’a, Mektup Kâinat’a, Muhatap ise İnsan’a işaret ediyor. Aslında her şey mektup. Mektubu okuyabilen yegâne mahlûk olan insanın kendisi de bir mektup. Ama muhatap olmaya lâyık bir mektup. Dikkat edersek:

Kâtip; Mektup ve Muhatabı.

Mektup; Muhatap ve Kâtibi.

Muhatap; Kâtip ve Mektubun varlığını gerektiriyor.

Demek her biri, diğer ikisini lüzumlu kılıyor.

Bu örnekten Allah – Kâinat – İnsan mefhumları arasındaki ilişkiyi, insanın oluş keyfiyet ve yükümlülüklerini çok güzel anlıyoruz. Başa dönersek gerçekten:

Mâbûd: Kendisine ibadet edilen yüce Allah.

Mâbed: İçinde ibadet edilen güzel Kâinat.

Abd ise: İbadet eden sevgili İnsan olmuyor mu?

 

 

Önceki İçerikSofya’da Mazi İle Oyalandık!
Sonraki İçerikKaliteli Yaşamda İnsan ve Maddiyat
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.