Allah – Kâinat – İnsan (1)

142

Allah – Kâinat – İnsan veya Mâbud (Kendisine İbadet Edilen Allah) – Mâbed (Allah’a İbadet Edilen Yer) – Abd (Allah’a İbadet Eden Kul) mefhum ve kavramları birbirine girift, iç içe dairelerdir. Bu üç küllî / kapsamlı mefhumu açıklamaya çalışacağım. Çünkü bunların her biri; birbirini tedai ettiriyor / çağrıştırıyor.

Tıpkı eserin Usta’dan haber vermesi gibi. Eser varsa, Usta’sı muhakkaktır. Usta varsa eseri olmaması muhâl / imkânsız. Çünkü her cemâl / güzellik ve kemâl / olgunluk sahibi görünmek ve bilinmek ister.

Bu istek kendisinde mündemiç / var olan kabiliyetlerin zuhûrunu / ortaya çıkmasını gerektirir. Bu zuhûrat; bu güzellikleri görecek, beğenecek gözlerin varlığını da arzu eder. “Küntü kenzen mahfiyyen. / Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyîne / ayna olsun ve o âyînede cemalimi (güzelliğimi) göreyim.” Hadîs-i Şerîfi’nin sırrını düşünelim.

Tabir caizse / demek yerinde ise, işte birbirinden kopup ayrılmaz olan üç mefhum: Allah – Kâinat – İnsan. Başka bir ifade ile: Usta – Eser – Seyirci.

Velhasıl, bu üç lâfzın her biri okyanus vâri ilimlerin bir hülâsası / özeti, özlü bir toparlaması, ifade ettikleri bilgilerin çekirdeği hükmündedir. Çözüldükçe daha çok çözülmeleri kaldıracak, neticede, kitaplar ortaya çıkartacak kadar veciz ifadelerin yer aldığı; çok yönlü, çok yüklü, çok mânalı bir fikirler demeti, ilimler buketidir.

Bizim anladığımız, daha doğrusu anlayabildiğimiz; devede kulak kabilinden şeyler. Bunları tam manasıyla açıklamak seviyemin çok üstünde. Söyleyeceklerim Hakk’tan mülhem / Hakk’tan ilham aldığım şahsî hakikat arayışının kırıntıları ancak. Kısaca isabetlerim Hakk’tan, hatalarım bendendir.

Mahlûk / Yaratılan, Hâlıkı / Yaratanı ihata edemez / kuşatamaz. Zihnen, fikren, hayâlen ve tasavvuren kavrayamaz. Çünkü Zât’a yol yok. Zira ne düşünse, ne tasavvur etse mahlûk cinsinden. Nitekim “(Her özelliği ile sınırlı olan insana ait) Gözler; (her özelliği ile sınırsız olan) O’nu (Allah’ı) (kuşatıp) idrâk edemez. Halbuki O, gözleri (ve onların gördüklerini kuşatıp) idrâk (ve ihata) eder. O (her şeye nüfuz eden) Lâtif, (her şeyden haberdar olan) Habîr’dir.” (En’am: 103). Kaldı ki “İnsan ne düşünürse, Allah; onun başkasıdır.” (Hadis meali). Evet “O’nun (eşi) benzeri (dengi olan veya olabilecek) hiçbir şey yoktur.” (Şura: 11).

Balık, hava âleminden uzak. Balığa, elden ayaktan bahsedemeyiz. Hatta Sudan bile. İki Balığı, Su hakkında konuşuyor kabul etsek; biri: “Su diye bir şeyden bahsediyorlar, ne dersin?” diye soracak olsa, diğeri: “Ben öyle bir şey görmüyorum. Bunun için Su diye de bir şey kabul etmiyorum!” diye cevap verecektir. Hâlbuki Suyun görünmeyişi, Balığın Suyu göremeyişi, Suyun varlığının şiddetinden, her yanı kuşatmasından dolayıdır. Akvaryumdaki durgun ve hareketsiz Supya baktığımızda, sanki Su yok ve Balıklar boşlukta duruyor gibi sanırız.

Farzı muhâl Tahta’dan, Ustasını soracak olsak, Tahta’nın aklına Meşe ağacı vs. gelir. Çünkü dünyası; ağaçlar âleminden ibarettir. Hayvanlardan Rabbini soracak olsak, onların aklına Fil veya Arslan gelir. Kuş’un aklına, bu hususta Kartal’ın geleceği gibi. Serçe kuşu, İnsan’ı ne kadar tarif edebilir?

İnsan’ın yaptığı da, İnsanı idrak edemez / algılayamaz. Daha doğrusu, Yapılan Yapanı ihata edemez / kuşatamaz. Zira Yapılan Yapanın cinsinden değil. Buzdolabı; İnsanı, parçalarından birine benzetebilir ancak. İnsan da Rabbini cisim olarak düşünecek olsa, ancak İnsan olarak düşünebilir.

Nitekim Yunan İlâh ve İlâhelerinin İnsan olarak düşünülmesi, öyle sanılması ve kadın erkek heykelleri olarak güya benzerlerinin yapılması. Vahiy ışığından mahrum kalblerin Yaratıcıyı ancak cisim olarak düşünmelerine yol açar. Çünkü Kâinat’ta İnsan’dan daha muhteşem, daha mükemmel ve kabiliyette, başka bir mahlûk yoktur.

Kaldı ki “Ahsen-i Takvim” / En güzel şekilde yaratılmış olan İnsan’dan başka mahlûk olmadığından; Yunanlılar, Allah’ı ancak İnsan olarak düşünmek zorunda kalmışlar, var edişleri İnsan’ın eline vermişlerdir. İran’da iki Tanrı’nın, İyilik ve Kötülük diye zuhuru da, yine aynı düşüncenin farklı bir tezahüründen / görünüşünden başka bir şey değildir.

 

 

Önceki İçerik‘Ermeni Meselesi’ Söz Konusu Olduğunda: Hıristiyan Batının, Doğruyu Arayıp Bulma Gibi Bir Düşüncesi Yoktur. Konunun Uzmanı Şükrü Server Aya Ermeni Yalanlarını Açıklıyor:
Sonraki İçerikAllah – Kâinat – İnsan (2)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.