Alınması Zor Bir Örnek; Mehmet Akif

90

Her devlet kuruluşunda ya da tarihin akışını değiştiren olayda bir maddî cephe bir de manevî cephe vardır. 1071 için Sultan Alparslan ile Buharî, 1299 için Osman Gazi ile Şeyh Edebali, 1453 için Fatih ile Akşemseddin neyse 1919 için de Mustafa Kemal ile Mehmet Akif odur. Tıpkısının aynısı Pakistan için; Muhammed Ali Cinnah ve Muhammed İkbal.

Hele İkbal; Yaşar Nuri‘nin deyişiyle İslam’ın vicdanı olan Muhammed İkbal, Mehmed Akif ile çağdaştır da. İlki 1877/1938, ikincisi 1873/1936.

Akif‘in 63 yıllık ömrü Şehsuvaroğlu‘nun tabiriyle ‘Hayatı Eserinden Büyük‘ bir mücadele şaheseridir. “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?” dese de rahmetle anılmak ebediyetine çoktan Türk Milletinin gönlünde nail olmuştur.

“Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek / Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!” düsturundan 1 santim sapmaksızın yaşadı. Dünyanın süsünü – eteğini, makamını – mansıbını dünyadayken boşadı. Parayla hiç işi olmadı. Tek hakikat namına, Akif‘in o beğendiği meslek adına söz odununu üniversite yıllarımı en çok etkileyen Necip Fazıl‘ın duruşuna vurmuşum. Ki her cihetten ses geldi. Fakat Akif‘e ses verecek var mı?

Musallada bile ‘kötü‘ bildiğimize ‘iyi‘ dememeyi alışkanlık bildik. Zulüm ne zaman ve kimden gelirse gelsin karşısında durma saplantısına tutulduk. Akif‘in paltosunu infak ederek karda kışta paltosuz dolaşmasını, kasırgavari bir günde İstanbul‘un diğer yakasındaki randevusuna gelmeyen dostuyla dostluğunu sonlandırmasını emsal almak nefse ağır geliyor. Ama NFK’in ihtişamlı şiirlerinden anma gecelerinde keyif almak hoş.

Onu anlamak da, anlatmak da kolay değil. Kolay yazmıştır, aruzu halk diline indirgemiştir ama onu okumak ve idrak etmek de kolay değildir. O “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlayalım / Elemim bir yüreğin kârı değil” derken insanlardan magazini, dedikoduyu, işkembe doldurmayı bırakıp dertlene dertlene derde derman aramaya çağırıyordu. Ne var ki o dem “Sesine ses verecek bir seda yok”tu.

Ve ondan herkes korkar; solcular, sağcılar, laikler, dinciler.. Solcular İslamcılıktan gözleri kamaştığı için ondaki yeniklikçi münevver tipini; sağcılar muhafazakârlığı geleneksel hatalar olarak algıladığı için onun arayışını; laik kesim (kendini Atatürkçü zanneden) hayatı yobaz / antiyobaz kategorizasyonuyla duyumsadığı için onun sakallarından zihninin aydınlığını; dinci kesim (kendini Abdülhamitçi zanneden) hayatı kâfir / antikâfir ikilemiyle tanımladığı için onun ayet sunuşundan ayetlerin yorumları olan şiirlerinin çıkış yolu önerilerini görmezden gelmişlerdir.

Ulu Hakan‘cılar onun Abdülhamid istibdadına bakışını bilmezler. Daha 1913‘te kurulan Millî Müdafa Cemiyeti‘nin ilk üyelerinden olduğundan bîhaberdirler. Teşkilat-ı Mahsusa adına Almanya‘dan Mısır‘a, Arabistan‘dan Sudan‘a Cihan Harbi öncesinde ve süresince ne iş gördüğünü tahmin bile edemezler. Ve Millî Mücadele‘de ilk işinin Ankara‘ya geçerek kürsü kürsü, mevize mevize Kastamonu‘dan Konya‘ya, Afyon‘dan Eskişehir‘e İstiklal Harbi‘nin maneviyat altyapısını nasıl hazırladığını bilseler de unutmuş numarası yaparlar. Ve mebus olduğunda bile cephe cephe dolaşan milletvekili olarak anıldığını..

“Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun
 İslam’ı da ‘batsın!’ diye tutmuş yediyorsun!”

O cumhuriyetçi bir aydındı. Müslümanların Müslümanlaşması için kafa yordu. Vehn hastalığına tutulmayan, yaşadığını yazan – yazdığını yaşayan bir mücadele numunesiydi ömrü. Kiminin Mısır‘a, kiminin Moskova‘ya ve kiminin de Paris‘e gönderimi de genç Cumhuriyetin eski taktik hamleleridir.