Ali Bardakoğlu

95

Bir süreden beri, ülkemizdeki gelişmelerin dinimize yarar yerine zarar verme boyutlarına ulaşma işaretleri vermeye başladığını ısrarla söylemeye, anlatmaya başlamıştık. Bu gidişatın, güya din adına hareket ettiğini iddia edenlerin, dini referans olarak alanların eliyle yapıldığını da dilimizin yettiğince anlatmaya gayret göstermekte idik.

Ülkede, 2003-2010 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Ali BARDAKOĞLU’nun görüşlerini okuyunca, anlatmaya çalıştığımız konunun tahminimizden daha dehşet verici boyutlara gelmiş olduğunu görmenin üzüntüsünü yaşadım ve iliklerim sızladı.

Ben, ülkemizde kurulmak istenen Laiklik anlayışının doğru temeller üzerine oturtulmuş olduğuna inanan insanlardanım. Fransa’dan sadır olan Laiklik Anlayışı devletin hiçbir şekilde din işlerine karışmaması şeklinde uygulama alanı bulmuşken, ülkemizde ise, devletin İslâm anlayışını topluma anlatma, ama bunu yaparken, din ve vicdan hürriyetini de koruma üzerine uygulamaya çalışıldığını düşünüyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacı, Elmalılı Hamdi YAZIR’a hâlâ aşılamayacak değerde Tefsir ve Meal yaptırılması, Sahihi Buharî’nin tercüme ettirilmesi vb. konular benim böyle düşünmeme gerekçe oluşturuyor.

Hal böyle iken, bugün gelinen noktada, Laiklik karşıtı olduğunu iddia edip, din referanslı davrandığını ve dini ideolojik olarak kullanıp istismar edenlerin toplumu ne hale getirdiklerini görmek cidden üzücü, üzücü olduğu kadar düşündürücü ve düşündürücü olduğu kadar kamçılayıcı olmaktadır.

Ali BARDAKOĞLU’na kulak verelim, hem de bütün hücrelerimizle:

“Kendisine güvenen bir medeniyet, özeleştiri kültürünü geliştirir. İslam medeniyeti de tarihte böyleydi. Ama Müslümanlarda ciddi bir özgüven kaybı oldu. Tarihten devraldıklarını bir ayıklama yapmaksızın korumaya ve savunmaya başladılar. Ulemayı ve şeyhleri eleştirilebilir, yanılabilir kişiler değil de Allah’tan özel yetkiler almış ayrıcalıklı kimseler zannettiler. Oysa yanılmaz olan, Kur’an ve sünnetin bilgisidir.”

“Bir sarıklı cübbeli çıkıyor… Kamu düzenini ortadan kaldıracak şekilde ve terörü körükleyecek bir dizi fetva verebiliyor. Din adına kadınlara ayrımcılık yapabiliyor. Öteki gördüklerine ayrımcılık yapabiliyor. Cihat ilan edebiliyor, ölüm fermanı çıkarabiliyor. Bütün bunlar ciddi bir eleştiri ile karşılanmıyor. Böyle bir keyfilik olur mu? İslam tarihinde böyle bir keyfiliğe hiç meydan verilmedi. Bugün niye bu fetvalar kendisine alan bulabiliyor? Bunun bir nedeni de günümüzde ulemanın birbirini idare ediyor ve adeta meslek dayanışması gösteriyor oluşu… Bugün İslam dünyasında tam bir ulema enflasyonu ve dini bilgi keşmekeşliği var. Sorun çözücü olması gereken ulema, sorun kaynağı oluyor. Ulema da dünyevileşti. Siyasete ve dünyaya bu kadar yakın duran ulemanın eğilip bükülmemesi, kirlenmemesi de zaten mümkün değildir.”

“İslam’ın hükmü kaybolmadı, ama hikmeti kayboldu. Ahlâk ve hikmet zemini olmaksızın İslam’ın şekil ve kurallarının içinin boşalacağını fark edemedik. Ana gövde, ahlâk ve hikmetten soyutlanmış kurallarla boğuşuyor. Dinin kerameti ahlâk ve hikmetten soyutlanmış kurallarda aranmaya başlandı.”

“Batılılar, şiddet olaylarından Müslüman’a, ondan İslam’a, ondan da Kur’an’a giderek sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışıyorlar, doğru. Ama Batılılar böyle yapıyor diye bir refleks olarak kendi mahallemizin sorunlarını örtmeye çalışmamalıyız. Çünkü bu fark ediliyor ve inandırıcı olamıyoruz.”

Türkiye’nin giderek dindarlaştığı tezi doğru değil. Şekil ve sembolleri ölçü alırsak, bolca kullanılan dinî kelime ve kavramları ölçü alırsak, ilk bakışta dindarlaşma artıyor zannederiz. Ama dinin insandan beklediği özü ve samimiyeti ölçü alırsak, ahlâkîliği esas alırsak, kendine ve çevresine barış ve huzur veren bir rahmet olmasını esas alırsak… Çok gerilere gittiğimizi söyleyebilirim.Türkiye ve İslam ülkeleri hızlı bir şekilde dünyevileşiyor. Dinî cemaat ve tarikatlar, bugün itibariyle dünyevî olmuşlardır. Din adına topladıklarıyla dünyaya yatırım yapıyorlar. İslamî zihin, bugün, Kur’an’ın inşa ettiği süreci tersine döndürdü. Yani, akide(inanç) ve ahlâk sona, muamelat(uygulamalar) başa alındı. Neden? Çünkü dünya, dinin önüne geçti. Böyle olunca da kul ile Allah ilişkisi de bozuldu, insanın insan ile ilişkisi de.”

İdeoloji ile İslam’ı, siyaset ile İslam’ı özdeşleştiren ve bireyleri din konusunda yol ayrımına getiren bir dil benimsenmiş durumda.Bu dil, Kur’an’da ve Peygamber’de olmayan, sonradan üretilmiş siyasal bir dildir, dinî dil değildir. Dinî söylem ideolojik oldu… Din, ideolojilerle yarıştırıldı… Kavgalar din üzerinden verildi. Herkes dinden kendini meşrulaştıracak veya ötekini dışlayacak argümanlar seçme yarışına girdi.

Bireyler özgürlük alanı bırakmak şöyle dursun, kimi sevip kime karşı olması gerektiğine kadar inen prototip Müslüman modeli sunuldu. Oysa bizim kadim geleneğimiz böyle değildi. İslam hep sivil ve özgür ortamda gelişti. Gerçek İslam deniliyor. Kim belirleyecek gerçek İslam’ı? Ulema deniliyor. İyi ama zaten sorunların arkasında ulemanın zihin yapısı yok mu?

Yapılacak şey belli: Şablonlar ortaya koymak yerine, bireyi Kur’an ve İslam’la zihinsel temas kuracak bir donanıma sahip kılmak. Böylece İslam’ı anlama ve yaşama tercihini ona bırakmak.”