Albüm

108

Bilal Bey, pencereye dönük bir halde oturmuş, bekleyişin sabırsızlığını, salona göz gezdirmekle hafifletiyordu. Bu sırada kapı nazikçe vuruldu. Temiz ve şık giyimli bir uşak yavaşça içeri süzüldü. Elinde gümüş bir tepsi içinde, Çin işi porselen çaydanlık ve demlik vardı.

“Zahmet ettiniz.”

“Ne zahmeti efendim, vazifemiz.” dedi nazikçe ve tepsiyi yanındaki sehpanın üstüne bırakarak, yavaşça Bilal Bey’in önüne çekti. Karşısında saygılı bir şekilde durarak:

“Bir emriniz var mı?”

Hayır, teşekkür ederim.”

“Biraz demlensin. Bey telefon etti. Yarım saate kadar gelecekmiş…” dedi ve usulce çıktı gitti odadan.

Çay demlene dursun; Bilal Bey düşünmeye başladı. Selim Bey’le bir hafta önce tanışmıştı. Bir otobüs yolculuğunda yan yana düşmüşlerdi. İstanbul’dan Ankara’ya dönüyordu. İyi anlaşmıştılar… Selim Bey, kırk beş yaşlarında, şakaklarına kır düşmüş orta boylu, sıhhatli bir adamdı. Alnında ve yüzünde derin kırışıklıklar vardı. Bunlar, bir keder ve endişenin izleriydi sanki.

Halbuki, görünüşte, üzerine üzüntü ve gam kondurulacak biri değildi. Hayatta muvaffak olmuş başarılı bir ihracatçıydı. İş için sık sık Avrupa’ya gitmesi gerekiyormuş… Her gittiği şehirde, işlerini yoluna koyduktan sonra, boynunda fotoğraf makinesi, altında arabası, koskoca şehirde, o köşe senin, bu köşe benim; gezip tozmadığı ve tabii fotoğrafını çekmediği bir yer bırakmazmış! Nitekim, oraları, ballandıra ballandıra anlatmıştı otobüste, yol boyunca…

Böylece, o yolculuk; nasıl da çabucak geçmişti anlıyamamıştı bir türlü Bilal Bey!… Görüşmek üzere ayrılmışlardı birbirlerinden. Selim Bey iyi bir adam, hoş bir insandı. Fakat, sebebini bilmediği bir huzursuzluğun da pençesinde kıvranmaktaydı. Neydi acaba onu huzursuz eden şey?  Niçin tedirgindi?  Oysa, varlıklı bir kimseydi. Üstelik, istikbal yani gelecek endişesi  de yoktu. Yüksek tahsilini İstanbul’da yapmış, İktisat fakültesini bitirmiş, iş hayatına atılmış, kısa zamanda başarılı bir iş adamı olmuştu.

Yol boyunca hep o konuşmuş, adeta kendisine konuşma fırsatı vermemişti. Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde; ne yaptığını, nereye gittiğini, hatta, neler yiyip içtiğini bile anlatmaktan kendini alamamıştı!…

O’nun bu coşkun hali durulmadan söze girmeyi ise Bilal Bey, doğru bulmamıştı. Zaten Bilal Bey, oldum olası, düşünmeyi tercih eder, mecbur olmadıkça hiç konuşmazdı.

Bu arada farkında olmadan, üç dört bardak çay içmişti bile. Kalktı, vitrinin yana gitti ve daha yakından kitapları incelemeye başladı. Zaten kendini bildi bileli, kitapları çok severdi. Gördüğü kitapların yazarlarını ve ne hakkında yazıldıklarını, hep öğrenmek isterdi. Dikkatini, ilk önce en alt raftaki, renk renk kitaplar çekti. Hepsi de gayet zarif ve itinalı şekilde ciltlenmişlerdi. Baştaki bordo renklisini merakla aldı eline ve hemen yerine geçti. Tekrar çayını koydu, şekerini attı, büyük bir merakla ve ağır ağır aldığı kitabın sayfaları çevirmeye başladı.

Bir de ne görsün! Meğer kitap sandığı bir albüm değil miymiş?… Sayfalarını bir bir çevirmeğe başladı. Bu, Selim Bey’in küçüklüğünden beri, bütün yıllarını safha safha resimleyişi idi. Çoğu renkli olup, dikkatle albüme yerleştirilmişlerdi. Bu albüm, Selim Bey’in hayat tarihçesinden başka bir şey değildi! Gerçi, az çok her evde bir aile albümü olurdu ama; böylesine resme düşkünlüğü, herkeste görmek mümkün değildi.

Baktı sayfalar çevrilmekle bitmiyor, beşer onar atlayarak ve şöyle bir göz atarak geçiştirdi.

Çünkü onun asıl merakı kitaplardı. Bu sefer lacivert renkli cildi aldı eline. Fakat o da ne? O da albümdü! Yine yüzlerce fotoğrafı barındırıyordu içinde… Ona da şöyle bir göz attı. Yalnız son sayfasına yazılmış; birkaç alıntı mısrayı okumaktan kendini alamadı

     “Söyleyin bana, Flora, güzel Roma’lı kız
                 Nerde ve hangi ülkede şimdi?
                 Nerde o, bir başka alem güzeli olan
                 Ve ırmakların, göllerin üzerinden
                 Ses alınca konuşmaya başlayan Echo
                 Ama nerede o eski karlar şimdi?”

“Bu parça, Selim Bey’in iç dünyasına ışık tutuyor.” diye mırıldanarak, onu da koydu yerine. Yanındaki sarı cildi aldı bu sefer eline. Allah Allah! O da albümdü! Onu da bıraktı yerine. Yanındaki kırmızı cilde el attı. Hayret, o da albümdü! “Binlerce resim!” dedi. Bakmakla, bitecek gibi değildi!. Onu da koydu yerine.

Son bir ümitle, bir başka kitaba el attı. Heyhat, o da albümdü! Böylece, kitap sanarak eline aldığı, yüzlerce sayfalık ciltlerin içinde, binlerce  fotoğraf bulunan albümler olduğunu anlayınca; artık diğerlerine bakmaktan vazgeçti. Gidip koltuğuna oturdu. Bir süre, bu binlerce fotoğrafa duyulan ihtiyacın sebeplerini düşünmeye başlamıştı ki, yavaşça kapı vuruldu:

“Ooo kimler gelmiş!” diyen Selim Bey, gülerek içeri girdi. “Kusura bakma beklettim.” dedi.
“Zararı yok.”
“Canınız sıkılmadı ya?”
“Yooo hayır, güzel bir eviniz, enteresan antik eşyalarınız ve güzel kitaplarınız; pardon albümleriniz var!”
“Demek albümlere baktınız?”
“Evet ama, kitap niyetine…”
“Alt raf, sadece albümlere ayrılmıştır. Kitaplar üst raftadır. Demek sen alt rafa el atmışsın!”
“Albüm olduklarını bilmiyordum! Özür dilerim.”
“Ne özrü canım, zaten bakılsın diye koydum oraya… Eee nasıl buldun onları?”
“Nasıl mı? Bakmakla bitecek gibi değil, Allah aşkına bu kadar fotoğraf çok değil mi? Hayret ettim doğrusu. Ailenin her anını tespit etmişsin!”
“Bu, bana babamdan miras kaldı! Rahmetli babam da çok düşkündü resimlere! Nitekim, çocukluğumun her anını fotoğraflamış!…Ben, kendi fotoğraflarımı seyrede seyrede büyüdüm desem yeridir. Kendimi bildim bileli, bu sefer, ben devam ettirdim bu tutkuyu! Zira, babam  alırdı eline albümü, saatlerce bakar dururdu! Bakarken de geçerdi  kendinden… Maziye sığınır, hatıralarıyla baş başa kalırdı sık sık… Öyle ki, rahmetliyi yatağında ölü bulduğumuzda; elinde, yine albüm vardı ve parmakları sayfalar arasında, öylece ruhunu teslim etmişti!” derken Selim Bey, hüzünlenmişti! Bir ara, dalan gözlerini tekrar Bilal Bey’e dikerek, şöyle sürdürdü konuşmasını:

 “Düşünüyorum da azizim, yaşayan ölüyor! Ölen ise aramızdan kaybolup gidiyor! Olacak oluyor!…” Durdu, derin bir iç geçirerek tamamladı sözlerini:

“İşte bunun için, denildiği gibi ben de diyorum ki: Geçmiş beni çekiyor, hal korkutuyor! Çünkü gelecek ölümdür!… Her yapılana acıyor, bütün yaşamışlara ağlıyorum! Elimden gelse zamanı durdurur, saati işlemekten alıkoyardım! Ama o yürüyor, ilerliyor, geçiyor ve yarının yokluğu adına benliğimden her saniye bir parça alıyor ve ben bir daha yaşayamayacağım!…
İşte bu yüzden teselliyi albümün sayfalarına sığınmakta buluyorum!”

Bilal Bey, ölüm gerçeğini hal edemeyenlerin, hayatlarını nasıl bir cendere içinde geçirdiklerini bir kere daha, üzülerek gördü.

 

Önceki İçerik“Kör Ve Sağır Olmak” ve Terör
Sonraki İçerikAmerika ve Anayasa’ya destek
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.