61. Hükümeti kurduktan sonra Başbakan ilk ziyaretini KKTC’ye yaptı. Farklı bir süreçten bahsetti ve “Kıbrıs diye bir devlet yoktur, Rum yönetimi ve Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti vardır.”dedi. Ziyaret tarzının ve yaklaşımının farklı olduğu kesin, bu bile desteklenmeye değer. Fakat “Şu anda hiç tereddüt yoktur ki Birleşmiş Milletler parametreleri çerçevesindeki çözüm, mevcut müzakere sürecinde liderlerin ortak açıklamalarındaki mutabakatlara uygun olacaktır,” dedikten sonra bu konuşmanın ve verilen mesajların bir anlamı kalır mı?
Birleşmiş Milletler (BM) Parametreleri
BM Güvenlik Konseyi’nin bu yönde aldığı iki karar var: (a) KKTC’nin ilanından sonra 18 Kasım 1983 tarihli ve 541 sayılı kararla Konsey, KKTC’nin bağımsızlık ilanını esefle karşılamış ve bu kararın geri çekilmesini istemiştir. Ayrıca diğer devletleri, Kıbrıs Cumhuriyet Devleti şeklinde tanıdığı devlet dışında, başka hiçbir Kıbrıs devletini tanımamaya çağırmıştır. (b) 11 Mayıs 1984 tarihli ve 550 sayılı ikinci kararda da Konsey, Türkiye ile KKTC arasında gerçekleşen büyükelçi teatisi de dâhil olmak üzere bütün ayrılıkçı eylemleri kınamış; bu eylemleri yasal olarak geçersiz ve yapılmamış ilan etmiş ve hatta geri alınmasını istemiştir.
Ayrıca kararda, KKTC’nin tanınmaması için bir kez daha çağrı yapılmıştır. Bu iki karardan çıkan sonuç ise sudur: BM, Kıbrıs Devleti olarak sadece, Güney Kıbrıs Yönetimi’ni tanımaktadır. Güney Kıbrıs Yönetimi’ni, Kıbrıs adasının bütününü temsil eden bir devlet olarak kabul etmektedir. BM’ye göre KKTC ise gayrımeşru bir varlıktır, bir devlet olarak kabul edilmemektedir.
Hangisi Doğru?
BM parametrelerine göre Kıbrıs diye bir devlet var, bunun dışında her hangi bir devleti BM kabul etmiyor ve diğer devletlerin de bu yönde hareket etmesini istiyor. Fakat Sayın Başbakan hem Kıbrıs diye bir devletin olmadığını, Rum yönetimi ve KKTC’nin var olduğunu belirtmekte; hem de BM parametreleri çerçevesinde çözümden bahsetmektedir.
BM parametreleri çerçevesinde meseleyi çözmek, “Kıbrıs’tan başka devlet yoktur.” hükmünü kabul etmek ve hatta, Türkiye ile KKTC arasında gerçekleşen büyükelçi teatisi dâhil bütün eylemlerin BM tarafından kınanmasına ve geçersiz sayılmasına rıza göstermek demektir. Doğrusu bu manzara karşısında aklım karıştı. Fakat bir gün sonra CHP de bu konuşmayı doğru bulduğunu, hatta geç kalındığını, sonunda Başbakan’ın kendi görüşlerine geldiğini ilan ederek durumdan pay istedi. Bu kez aklım tamamen karıştı. Anladım ki Türkiye’de iki siyasi dil var, birisi millete dönük diğeri egemen güçlere dönük. Kafa konforumu bozmamak için birinciyle şimdilik idare edip, ikinciyi bulmaya çalışıyorum.
Barış Maskesinin Ardındaki Öfke
İşin aslı ve esası parametrelerde saklı olduğu hâlde son zamanlarda akıl hocalığına soyunmuş gazeteci, “Kıbrıs’ta tarih barışa engel olmasın!” başlığını atmış. Sözleri sert çizgili bulmuş. Verdiği mesajın özü şu: Haklılık payın var ama böyle konuşursan haksız duruma düşersin. Gerekçe, barışın bozulmaması. Keza 13 şehidin ardından Başbakan, “Bundan sonra işler farklı olacak.” dedi diye malum taife hemen harekete geçti ve “Tarihi fırsat elden çıkmasın, barışa çok yaklaşıldı.” şeklinde itirazlar ileri sürmeye başladı.
Elinde silah ve bombayla gezen, canlara kıyan, özerklik ilan eden, davranışları açık ve ortada olan terör örgütünün reklamını yapıp, başkalarını savaş isteyen taraf olarak göstermek sadece aklı karışıklığın bir eseri değildir. Aynı zamanda barış maskesinin arkasındaki öfkenin yansımasıdır. Aklı karışıkların, cinnet geçirmişlerin büründüğü örtünün barış, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlarla süslenmiş olması ayartma tekniğine özgü bir tarzdır.
Ey İnsaf! Neredesin?
Deli otu yemiş aklı bulanık taife, milletçe yaşadığımız hazin olaydan post çıkarmaya çalışıyor. Olayı üstlenen ortada olduğu hâlde, 13 şehit olayını derin devletin tezgâhladığını, TSK’nın ihmalinin olduğunu utanmadan yazıyor. Bu baskı karşısında siyasi iktidar söylediğinin arkasında duramıyor. Çünkü her tarafa sızan ve fitne-fesat ağı oluşturan bu kesim, yarın öbür gün Pekin’de birisi hırsızlık yaptığında hoşlanmadıkları bir kişiyi Ankara’da tutuklayıp “Sen hırsızlık yaptın.” derlerse şaşmayın. Çünkü cerbeze, bir hastalık türüdür.
Bu hastalığa tutulan her şeyi çarpıtmaktan zevk alır. İstanbul’un fethi sırasında bir meczubun “Yarabbi, gâvurcuklarımı koru.” dediği gibi bunlar da her gün “Ey efendimiz, evlatlarımıza saldıran teröristleri koru. Kıbrıs Türkü’nü imha etmeye niyetlenmiş fanatik Rumları koru.” demektedirler. Bunlar terörist aşığı. Gençlik dönemlerinde bu yola girip bir işe yaramadıkları için İmralı’daki terörist başına derin bir hayranlık duyuyorlar.
Ya da bilinçaltlarında cansız bir şekilde yatan ve dirilme ihtimâli bulunmayan gençlik hayallerinin İmralılı eliyle dirileceği halüsinasyonuyla avunuyorlar. Yakında ileri demokrasinin gereği olarak “Biz de haftalık görüşme talep ediyoruz.” derlerse şaşmayın. Aşk insanı götürür. Ancak eminim ki bu çirkin tablonun ustalarıyla bu millet bir gün mutlaka görüşecektir.