1-Bir Mümtaz İnsan: Mümtaz Otur
Adnan Yolalan İnşaat Mühendisidir. Meslektaşlarından farklı olarak eli kaleme de yatkındır. 25 yıldır komşusu olan Mümtaz Otur Beyefendi’nin dinlemekten büyük zevk aldığı hâtırâlarını kitap hâline getirmeyi teklif eder. Mümtaz Bey de kabul eder. Böylece Antalya Pil Fabrikasının kurucu müdürü Mümtaz Otur Bey’in hâtırâlarını ebediliğe kazandıran kitap meydana gelir. Kitap, 13.5 X 21 santim ölçülerinde 192 sayfadır. 24 yılda tamamlanmış, 2024 yılının Haziran ayında kitaplıklardaki yerini almıştır.
Mümtaz Otur, Kimya Mühendisidir. 2024 yılında 86 yıllık hayatının baharını, eşi Aydan Hanım, Elif, Gültekin ve Bülent isimli üç evlâdı ve (şimdilik) 6 torunu ile birlikte idrak ediyordu. Mayıs 2024’te önemli bir cerrâhî operasyondan sonra yeni bir hayata başladı.
Mümtaz Bey, Orta Asya’dan, asırlardır vatan bildikleri topraklarla vedalaşarak Anadolu’ya göç eden bir ailenin ferdidir. Âilenin bâzı fertleri 14 Mayıs 1950 milletvekili seçiminden birkaç hafta sonra Ordu’dan İstanbul’a göç eder. Kadroya 12 yaşındaki Mümtaz da dâhildir. Yerleştikleri semt, Beykoz’dur. Birkaç hafta sonra da İzmir’e taşınırlar. Sürpriz: Dede Ordu’da vefat etmiştir, Baba Ordu’ya gitmiştir.
Dünya dönüyor, hayat devam ediyordu. İlkokul, ortaokul bitirilir. Çalışkan öğrenci Mümtaz Askerî liseye kaydolmak isterse de kulak, burun, boğaz doktorunun dudak hareketlerinden ne dediğini anlayamayınca, belgesine; ‘askerî liseye giremez’ notu düşürülürse de Manisa’da yeni açılan askerî lisede şansını dener. Bu defa de gözündeki küçük bir problem sebebiyle meyus olur. Sivil lisede futbola yönelir. Metin Oktaylarla, Lefterlerle top peşindedir. Sakatlanınca, futbol yasaklanır. Tesâdüflerle sinema makinisti olur, üzüm satıp para kazanır. Lisede kimya öğretmeninin ısrarı üzerine kimya mühendisliği fakültesine kayıt yaptırır.
Kitapta, imkân sâhiplerine, yardıma muhtaçlara ve hatta bütün insanlığa ışıklı yollar gösteren olaylar dikkat çekiyor:
Ekonomik sıkıntıları başlamıştır. Nâmi Hoca ders anlatırken Mümtaz ile arkadaşı Özkan dershânenin arka sıralarında kendi aralarında konuşmaya dalarlar. İzmir’den gelirken ağabeyinin verdiği harçlık bitmek üzeredir. Zenginler grubunda olan arkadaşlarının verdiği desteklerle bu günlere gelebilmişlerdir.
Özkan, sağlık memuru iken kimya bölümü imtihanına girmiş, kazanmıştır. İki arkadaş gelecek için plânlar yapmaktadır. Özkan, dışarıda sağlık ile ilgili iş bulabileceğini söyler. Mümtaz da Buldanlıoğulları’nın İngiltere’den ithalat yapan İstanbul’daki şirketlerinde çalışabileceğini düşünmektedir. Kazanacakları para ile donduracakları okulu daha sonra bitirebileceklerinin hesabını yaparlar. Nami Hoca sevdiği bu iki öğrencinin dersi dinlemediklerinin farkına varır. Ders zili çalar, amfinin kapısı açılır. Bodrum kattaki yemekhanedeki mis gibi yemeklerin kokusu içeriye dolar. Ama paraları yoktur. Hoca bunları yanma çağırır.
O anı Mümtaz şöyle anlatıyor:
‘Eyvah! Hocayı unuttuk, dersi dinlemedik. En sevdiği, güvendiği öğrencileriydik. Başımızı öne eğerek süklüm püklüm hocamızın önüne geldik.’
–Bugün dersimi dinlemediniz. Dürüstçe söyleyin, ne derdiniz var? dedi. Özkan bir şey diyemedi. ‘Hocam, biz üniversiteden ayrılıyoruz,’ dedim. Koltuğundan fırladı ‘Ne demek o?’ dedi. ‘Paramız kalmadı. Aç kalıyoruz. Maddî sıkıntı içindeyiz, memleketten bize para gönderecek kimse yok. Onun için okulu dondurup bir sene çalışıp para biriktireceğiz. Sonra okula devam edeceğiz. Bir sene çalışıp bir sene okumanın hesabını yaparken dalmışız, sizi dinleyemedik. Özür dileriz!..’ dedik. Ak saçlı hoca dondu kaldı. Ağlamaklı oldu. ‘Kesinlikle okulu bırakmayacaksınız. Üniversitenin bütçe görüşmeleri var. Yarın Ankara’ya gidiyorum. Size burs getireceğim,’ deyince şaştık kaldık. Sözünü yineledi, bizden okulu bırakmayacağımıza ilişkin söz aldı. Dışarı çıkmak üzereyken kürsüdeki kitaplarını çantasına koydu. Biz yemekhaneye götürdü. Onun yemek masası ayrıydı. Bizi masasına oturttu. Arkadaşlar şaşkınlık içinde bizi tâkip ediyordu. Papyonlu, şık giyimli garsonları çağırdı. Esas duruşta geldiler. ‘Çocuklara yemek getirin,’ dedi. Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi. Karnımız doyurduk. Çıkarken okulu bırakmayacağımıza ilişkin bizden yine söz aldı.
Duânın gücü kendini gösterir. Hoca Ankara’dan iki adet bursla döner. Bir büyük engel daha aşılmıştır. Sonraki engeller de… (s: 31-34)
Başarılı öğrenci için diploma almak zor değildir. İş hayatı, ilk aşk, evliliği giden yoldaki engeller de aşılır. Hepsi bu kadar değil. Gurur verici başarılar ve başarıları taçlandıran kararlar var:
Ateşlemeleri eğitimli askerler yapıyordu. Mermilerin düştüğü yerleri de askerler tespit ediyordu. Bizler sığınaklarda dürbünlerle gözetliyorduk. Merminin düştüğü noktaları belirlemek ve hedefle karşılaştırma yapabilmek için belli aralıklarla beyaz çizgilerle çizilmiş olan o alana zir poligonu deniyordu.
İlk atış yapıldı. O boom sesi sanki yüreğimde patladı. Heyecandan ölüyorum sandım. Merminin düştüğü yerden haber bekliyorum. Zaman bir türlü geçmiyordu, durmuştu sanki. İnsanlar bana deliye bakar gibi bakıyordu. 45 derecelik bir açıyla yaptığımız bu atışta hatâ payı 15 metre olarak kabul edilirken 5 metre uzağına düşmüştü. Bu an benim için VAR OLMA veya YOK OLMA, yâni ÖLÜM anıydı. Herkes büyük bir sevinçle birbirine sarılıyor, çığlıklar atıyordu. İki damla sevinç gözyaşının aktığını hatırlıyorum.
Bütün atışlar başarıyla tamamlandığında Herr WEBER yanıma gelerek bana sarıldı, tebrik etti. ‘Herr Mümtaz Almanların askeri GOBLENZ merkezinde çalışır mısın? Benimle Almanya’ya gelir misin?’ dedi. Tercümana dönerek şunları söyledim: ‘Teşekkür ederim. Beni Türkiye Cumhuriyeti devleti okuttu. Devletime, milletime borcum var. Bir yere gidemem…‘ dedim.
Ankara merkeze bildirmişler. Art arda teşekkür telefonları gelmeye başladı. Fabrika müdürü beni kapıda yaşlı gözlerle karşıladı. Ülkeme karşı başarılı bir iş yapmış olmanın saadetiyle uçuyordum sanki. Bir anda ünlü olmuştum. Yeni başarılara yelken açıyordum.
Başarmaya azimli insanların bulunduğu ortamlarda bir musibetten bin hayır doğar. Amerika’nın ambargo koyması, taahhüt ettiği malzemeleri vermemekte ısrarlı olması sebebiyle aksayan işlere çözümler bulunur. Depoda âtıl vaziyette bekleyen sodyum nitrattan kara barut yapılır, engeller aşılır.
Aziz ve necip milletimizin, ihtiyaç sâhipleri kullansın diye, akıl ve zekâ imbiğinden süzülen özdeyişler, tavsiyeleri vardır. Bunlardan birinde: ‘Üç şeyi titizlikle seçiniz: İşinizi, eşinizi ve çevrenizi…’ Mümtaz Bey, her üçünü de titizlikle seçtiğinden hem başarılı hem de mesuttur. Aydan Hanımla yuva kurmanın eşiğini nişan yüzükleriyle aşarlar.
Okuyucu da onlarla birlikte mes’ut ve bahtiyardır.
Bu işler olurken, atölye çalışmaları da devam eder. Büyük başarı: Mümtaz Bey, sentetik ve toz deterjan üretimini gerçekleştirir. Türkiye çapında başarıdır. Türkiye’nin tanınmış deterjan fabrikasının sâhibi, Mümtaz Bey’i câzip tekliflerle firmasına transfer etmek ister:
1-5.000 lira maaş bağlanacak. (Oysa şu andaki aylığı 1.650 liradır.
2-Altına bir Amerikan otomobili verilecek.
3-Devlete olan 20.000 lira burs borcu fâizleriyle birlikte ödenecek.
4-Ataköy’de bir dâirenin tapusu verilecek.
Kahramanımız, söylenenleri dinledikten sonra kendi düşüncelerini şöyle açıklar: ‘Devlet beni okutup buraya gönderdi. Maaşım bana yetiyor. ‘Patent al’ dediler, almadım. Bu başarıyı devletin bu kurumda, devletin atölyesinde, devletin işçisiyle, devletin malzemesini, devletin elektriğini kullanarak elde ettim. Şimdi buradan nasıl ayrılırım?’ der.
Israrlar karşısında verilen cevap net ve kesindir: ‘Malda mülkte gözüm yok. Emr-i Hak vâki olduğunda götüreceğimiz şey yalnızca yedi metre kefen. Size ve Ahmet Bey’e teşekkür ederim’
Başarılar ve asil davranışlar burada bitmiyor.
***
Türkçe hassasiyeti olanlar soruyor: ‘Gözyaşı’ ayrı mı yazılır, bitişik mi?’
El-cevap: ‘Göz ve yaş birbirinden ayrılmaz. Türk milleti, bâzan sevincinden ağlar, bâzan kederinden, ıstıraptan.
Sonraki sayfaları okurken, sevinç gözyaşlarınız sizi ferahlatacak, gururlandıracak… En önemlisi gençlerimize örnek olacak…
Anlatana ve yazana gönül dolusu tebrikler, teşekkürler…
UBUNTU YAYINLARI ANTALYA
2-Anılardan Damlalar
İnşaat Mühendisi Adnan Yolalan’ın kendi hayatını anlattığı kitap 16 X 24 santim ölçülerinde ve 272 sayfadır. Kasım 2024’te İstanbul’da yayınlanmıştır. 8 bölüm olarak hazırlanan bol fotoğraflı kitap, 136 adet alt bölüm ihtiva etmektedir. Editörlüğünü Mehmet Şadi Polat ve Sinem Yolalan Köse üstlenmiştir.
Sayın Yolalan hâtıralarına, 1 Temmuz 1925 târihinde dünyaya gelen annesi Şerife Hâtun ile başlıyor. Onu saygı ile anıyor ve ona ithafen yazdığı bir şiirle ihtiramda bulunuyor. Şerife Hâtun, beyinin önceki iki hanımından dünyaya gelen çocuklarına da annelik yapmış saygıdeğer bir insandır. 4 Ağustos 2013 târihinde sessizce ve melekler gibi kanatlanıp Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. Yazar, eskiye âit her ne varsa hepsine hasret duygularıyla bağlıdır. Bu bağlılık, ‘komşuluk diye bir güzellik vardı’ başlığıyla okuyucuya tebliğ ediliyor.
Kitapta yüzlercesi bulunan ‘Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer’* mısraını hatırlatan bir paragraf: ‘… Sokaklarda oynarken acıkınca hangi komşu yakın ve kapısı açıksa oradan peynir ekmek vs. isterdik. Mahalledeki bütün evler kendi evimiz gibiydi.’
(Bu tanıtım yazısını hazırlamaya çalışanın çocukluğundan bir hâtıra: Mahallemizde oturan Rum ve Ermeni komşularımız, iftar soflarımızı zenginleştirmek için bir tepsi içerisinde en az iki tabak yemek veya tatlı gönderirlerdi.)
Bir başka bölümde, o dönem şehirlerimizin olmazsa olmaz bir geleneği anlatılıyor: 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’de büyük bir coşkunlukla kutlanan millî bayramlarımız…
Millî bayramlara 5 Mayıs günü havanın kararmasıyla başlayıp 6 Mayıs günü havanın kararması ile sona eren Hıdrellez kutlamalarını de eklemek gerek. Şehrin yeşil çayırlarla süslenmiş meydanlarında veya dere kenarında evde hazırlanmış, su böreği, sigara böreği, çeşit çeşit kekler, nokullar, etli, yumurtalı, pastırmalı pideler haşlanmış ve kabuğu renk renk boyunmış yumurtalar, omlet, ekmek köftesi, zeytinyağlı dolmalarla verilen ziyâfetler… En uzak mahallelerden gelen âileler ve çocukları, komşu imiş gibi kaynaşırlar, yiyeceklerini paylaşırlar, gelecek hıdrellezde yine bir arada olmayı kararlaştırırlardı. Şimdilerde ‘sosyalleşme’ deniliyor. Bir hıdrellez günündeki berâberliğin hatırına bütün bir yıl devam eden kardeşlikler, dostluklar yaşanırdı.
Gerçekten Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer.
Sayın Yolalan devam ediyor: Ramazan Geceleri, Sivas Sokaklarında Ayılar, Sokaklardaki Dostluklar, Mahallemizde ‘Komşuluk’ diye bir şey vardı, Kuşbazlar, Muzaffer Sarısözen, Büyük Ozan Âşık Veysel, Gökpınar Gölü başlıklı bölümler, kitabı meydana getiren hâtıraları arasında yer almakla birlikte, Sivas’ın târihidir, kültürüdür, coğrafî tanıtımıdır, Özetle kitap; Sivas medeniyetini 40-50 yıl öncesinden günümüze kadar getirip, asırlar sonrasına armağan etmektedir.
Yazılı olan her şey, târihî bir belgedir. Kıymetlidir.
Eserin 101. sayfadan sonrasında şahsî hâtıralar yer almakla birlikte Sivas’ta sosyal hayatla alâkalı doküman niteliğindedir. Üniversite hayatı, iş hayatı, iş hayatındaki hatâlar ve başarılar, okuyan gençlere tecrübe kazandırmaktadır, başarı anahtarıdır.
***
Çok kişi, etrafındaki insanlara hâtıralarını yazmasını ısrarla tavsiye eder. Hâtıra yazmak netâmeli bir iştir. Çünkü insanlar arasında ihtilâflar, tartışmalar, hattâ kavgalar vardır. Mâruz kaldığı haksızlıkları yazarken, kendini haklı, muhatabını haksız göstermek mecburiyeti hâsıl olabilir. Yazarın haksız gösterdiği kişi, hakîkatte haklı olabilir. Üstüne üstlük söz konusu kişi vefat etmişse, ölünün arkasından gıybet yapılmış olur ki büyük günahtır. Vefat eden ve hakkında olumsuz hüküm verilen şahıs cevap vermek imkânına sâhip değildir. İnsanların büyük bir kısmı, duyduğu sözü, doğruluğunu tahkik etmeden yaygınlaştırır, onların günahı da ilk yanlış sözü söyleyene yüklenir. Bu sebeple hâtıra yazarken son derece dikkatli olunmalı, olunamıyorsa hâtıra yazılmamalıdır. Oysa ki hâtıra kitapları geçmiş ile gelecek arasında sağlam bir köprüdür. Ve de faydalıdır.
Hâtıra yazı ve kitapları hakkında:
Hâtıralar, şâirlerin ve yazarların ruh ve fikir dünyasını anlamada başvurulan en önemli kaynaklardan biridir. Modern Türk şiirinin köşe taşlarından biri olan Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde yayımladığı ‘Hâtıralar’ bu tarzdaki önemli metinlerdir.
Karakoç burada yalnızca kendi hayatını anlatmakla yetinmiyor, aynı zamanda üstadı olan Necip Fâzıl Kısakürek’e geniş ölçüde yer veriyor. ‘Üstadım’ diye andığı şâirin verdiği sosyal mücâdele, hapishâne yılları, maddî sıkıntılar ve şahsî zaafları birçok hâtırada söz konusu edilir.
Edebî bir tür olarak hâtıra kavramı ve terimi yeni olmakla berâber yazılı en eski metinler arasında hâtıraların da yer aldığı bilinmektedir. Bilge Kağan’ın ifâdesiyle yazılmış Göktürk Kitabeleri, Bâbür Şah’ın Bâbürnâme’si, Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım…’ isimli tamamlanmamış eseri gibi çok defa devlet adamlarının yazdıkları ilk örnekler daha ziyâde siyasî ve tarihî karakterde hâtıralardır.
Ergun Göze’nin ‘Yaşasın Hâtıralar’, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın 990 sayfalık ‘Hâtıralar’, Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘Bir Ömrün Hikâyesi, Dr. Metin Eriş’in ‘Yelkovan’ın Ucundan Düşen Yapraklar’, İdris Yamantürk’ün ‘Türk Milletine Borcumuz Var’, Refik Baydur’un ‘Hâtıralar ve Tavsiyeler’ gibi eserler, yakın zamanlarda yayınlanan önemli hâtıra kitaplarıdır.
Hâtıralar ifade ve üslûp bakımından farklılık gösterir. Genellikle askerî şahısların yazdıkları belgelere dayanan, hattâ birliklerin harekât şemalarını ihtiva eden harp hâtıraları yalın ve objektif bir ifâdeyle kaleme alınmıştır. Sanatkârların, özellikle edebiyatçıların hâtıralarında ise kişi ve olaylarla beraber hâtıra sâhibinin intiba, duygu ve sübjektif yorumları üslûba da tesir eden edebî bir dille anlatılır. Bu sonuncular edebî bir tür olan hâtıratı teşkil eder. Bu özellikleri dikkate alınarak genellikle bütün hâtıralardan, özellikle de siyâsî karakteri ağırlıkta olan hâtıralardan bir belge ve objektif bilgi olarak faydalanmak için bunlara ihtiyatla yaklaşılması ve aynı konu üzerine yazılmış olanlarla karşılaştırılması gerekir.
Şahsî hâtıralarda bâzan okuyucu üzerinde gerçeklik duygusu uyandırmak maksadıyla yazarın kendisi hakkında birtakım itiraflarda bulunduğu da görülmektedir. Kaynağını Jean-Jacques Rousseau’nun ‘İtiraflar’ından alan bu çeşit hâtıralar için Ziyâ Paşa’nın ‘Defter-i A‘mâl’i ile Rıza Nur’un Hayat ve Hâtırâtım’ı örnek olabilir.
BOĞAZİÇİ YAYINLARI:
Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44 Meriçli Apartmanı Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon:
0.212-520 70 76 Belgegeçer: 0.212-526 09 77 e-posta: bogazici@bogaziciyayinlari.com //
<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
*Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’ye (1541-1600) âit olduğu söylenen bu mısra, keman virtüözü ve ilk Türk tango bestekârı Necip Celâl Ander’in (1908-1957) tangolarından birinde kullanılmıştır:
Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer
Bir an acı duyar insan belki sevmişse biraz eğer
Anlar ki geçenlerin rüyâymış hepsi meğer
Rüyâ olsa bile o günlerin hayâli cihan değer.
ADNAN YOLALAN 1946 Yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve ortaokulu ATATÜRK ismini taşıyan okullarda okudu. Lise tahsilini Sivas Erkek Sanat Enstitüsü Yapı bölümünde tamamladı. İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesine bağlı Vatan Mühendislik Yüksek Okulu’ndan 1975 yılında İnşaat Mühendisi olarak mezun oldu. Sivas Arı sitesinde iki arkadaşı Necati Marım, Doğan Aykanat ile ERENTAŞ MÜHENDİSLİK BÜROSU’nu kurdu. Sivasta serbest mühendislik ve müteahhitlik, çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarda şantiye şefi, kontrol mühendisi olarak hizmet verdi. 1986 yılında Antalya’ya taşındı. O yıllarda Antalya’nın 16 katlı en yüksek binaların inşaatlarında şantiye şefi olarak görev yaptı. DETAY YAPI DENETİM A.Ş. A grubu kurucu ortağı olarak hizmet verdi. Gazete ve degilerde hatıra türünde yazılar yazdı. Şimdilerde 78 yaşında, Duacı Köyü, Göçerler mevkiinde hemşehrisi, meslektaşı Yılmaz Özüduru ile yaptıkları Çamlıbel Sitesinde değerli eşi Selma Hanım ve güzel komşuları ile emekliliğini yaşıyor. |