Bir dağ adamıdır Adem. Güçlü kuvvetlidir, taşı sıksa suyunu çıkaracak cinstendir. Rüzgarla dost, güneşle kardeş olmuştur. Ormandaki canlılar onun hayatını doldurur. Ağaçların, çiçeklerin açma ve solma mevsimlerini bilir. Tabiat anayla barışıktır o.
Ormancıyla tanışır bir gün. Anlaşırlar az gelişmiş lisanıyla. Ormancı, ona “Hanzo” diye hitap eder, şehrin cazibesinden, medeniyetin nimetlerinden bahseder. İsterse, kendisinin de ormancılık yaparak maaşlı devlet memuru olabileceğini söyler. Ne de olsa garantili iştir bu. Adem, davetini kıramaz, evine konuk olur ormancının.
Şehrin gece yanan ışıkları gözlerini kamaştırır Adem’in. Medeniyet denen şey bu olsa gerek, der. Yollar geniş, trafik hareketli, insanlar yoğundur şehirde. Kimse kimseyi takmaz, herkes koşturmaca içindedir. Diğer insanlar da ormancının dediği gibi, Hanzo der ona. Aslanlardan, kurtlardan, yağmurdan, fırtınadan korkmayan Hanzo, şehirden ürkmüştür. Yolda nasıl yürünür, karşıya nasıl geçilir, hangi ışıkta ne yapılır, bilmez bunu. İnsanlar da farklıdır. Ne davranışları, ne kıyafetleri uygundur Hanzo’nun tarzına. Ormancı onu bir gün belediye otobüsüne bindirmek ister; ancak eli sıkışır otobüsün kapısına. Başka gün trene bindirmek ister, düşmekten zor kurtulur trenden. Şehirde herkes, her şey üzerine üzerine gelmektedir sanki. Önce ruhu sonra bedeni ıstırap çekmeye başlar. Bakar ki olacak gibi değildir. “Bu eller bana yaramaz, garantili devlet maaşı da istemem.” deyip ormancıyla vedalaşır, dağ evine geri döner.
Siz, olsaydınız nasıl bir yol çizerdiniz? Şehrin cazibesine kapılıp Hanzo olmayı mı, dağa dönüp Adem kalmayı mı tercih ederdiniz? Her sistem bir kurallar bütünüdür. Kuralların kendi içinde bir mantığı vardır. Toplu yaşamak zorunda olan insan, uyacağı sistemin kurallarına uymak zorundadır. Adem’i Hanzo yapan, sisteme uyumsuz olması değil midir?
Taş yerinde ağırdır; her canlı kendi sistemi içinde değer ifade eder. Minareli köye aptessiz girilmez, kişi dahil olacağı toplumun kurallarına uymak zorundadır. Biz, insanoğlu olarak donanımsal bir sistemle dünyaya geliyoruz. Dünyada bizi kuşatan zaman ve mekanla karşılaşıyoruz. Bu bütünlüğe, isterseniz, evren diyelim. Ezel ve ebetle sınırlı olan evrenin yasaları ile bizim yaratılıştan getirdiğimiz yasalar uyumlu olmak zorundadır. Nasıl bir uyumluluk içinde olmamız gerektiğini hem insanı hem evreni yaratan, kitabıyla, bize bildirmiş. Üçü arasındaki uyumsuzluk, insanoğlunda huzursuzluğa sebep olmaktadır.
Acayip bir dünya düzeni içinde yaşıyoruz. Bu düzende insanın fıtratını bozan bütün değerler yüceltiliyor. Oluşturulan suni değerler anaforu insanı bunalıma sürüklüyor, yaşamaktan usandırıyor. Para, makam, şöhret tutkusu bazen bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Bu tutkular, mevcut sistemde başarı olarak lanse ediliyor, bu da insanın esaret zinciri oluyor. Sonu olmayan tutkular, insanları çok zaman birbirine düşman ediyor, yalnızlaştırıyor. Bir şarkıda nakarat olarak kullanılan “Haydi gel, köyümüze geri dönelim.” cümlesi mevcut sistemden kaçışın samimi ifadesi.
Her insan, dünyaya “adem” olarak gelir. Kendisine “adem” olarak kalmak veya “hanzo” olmak iradesi de verilmiştir. Fıtratımıza ve kitabımıza uygun yaşarsak “adem” gelir, “Adem” gidebiliriz bu dünyadan. İkinci tercih “Hanzo”laşmak. Zaman, su misali hızla akıyor. Tercihimizi yapmakta, öykücükteki “Hanzo” kadar şanslı olmayabiliriz.
Yoksa hepimiz birer “Hanzo” olduk da bunun farkında mı değiliz? Ben “Adem” kalmak istiyorum.