İnsanların ağzından çıkan ve “Adem-i Merkeziyet”i ima eden / çıtlatan dehşetli kelimeler var. Bu kelimeleri; bir kısım aydınlarımız, şuursuz olarak, şuurlu düşmanlara yardım ettiğinin bilincinde olmayarak; kimileri de, kast – ı mahsusla / -maalesef- bilerek ve şuurlu olarak kullanıyorlar.
Evet, zamanımızda manaları tatbik safhasına konulmak istenen kelime ve tabirler var! Bu kelime ve tabirleri hayata geçirmek isteyenler var! Bunu zaruret derecesinde görenler var! Bir kısım aydınlar mezkur kelimeleri kullanmaya müptela olmuşlar. Kullanmak için can attıkları bu kelime ve tabirlerin, genel bir beliyye ve felaketi doğurması kaçınılmaz. Ne yazık ki bu çeşit kelime ve tabirleri kullanarak tatbikini isteyenler; üzücü ve tehlikeli işler peşinde koşmaktadırlar!
Bunlardan biri de Adem-i Merkeziyet / Merkeziyetsizlik / Kendi Başına Buyruk Olmak / Yerinden İdare / Muhtariyet / Özerklik / Tavaif-i Müluk / Beylikler manasına gelen söylemdir. Ki, sonuçta sözde bağımsızlıkla noktalanacak olan ve ayrılanı izmihlale / yok oluşa ve dağılmaya götürecek olan idare tarzını istemektir.
Su’-i ihtiyardan, gayr-i meşru meyillerden, yanlış ve yasak eylemlerden ortaya çıktıkları zaman; bunları yasal görmek ve göstermek son derece yanlıştır. Çünkü: “Bir hükmün hikmeti (faydası) ayrıdır, illeti (sebebi) ayrıdır. Hikmet ve maslahat (fayda) ise, tercihe sebeptir. İcaba, icada medar (sebep) değildir. İllet ise, vücuduna medardır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul-1979, s: 451)
Adem-i Merkeziyet de, idare tarzını hükme bağlayan bir hükümdür. Adem-i Merkeziyet’in neden ve niçini, bu tarzda ihtiyaç duyuluşu, keyfiyeti / içeriği, kısaca hikmeti yönünden faydalıdır. Zatında, soyut olarak ele alındığında, güzel ve iyidir.
Fakat, ihtiyaç duyulduğuna dair bir illet / sebep bulmak ve görmek; tatbikata elverişli sanmak; mes’eleye, uygulanmasına geçilip geçilemeyeceği noktasından baktığımızda, başka bir ifadeyle, mukteza-yı hale muvafıklığı / duruma uygun olup olmadığını düşündüğümüzde, zaman ve zemin bakımından yerine getirilmesi, fiiliyata konulması asla doğru değil, yanlış ve hatta, acı sonuçlar doğurucu niteliktedir.
Demek ki, Adem-i Merkeziyet, hikmetçe güzel, iyi ve faydalı, fakat tatbikat açısından son derece sakıncalı ve tehlikelidir.
Hükümde illet / sebep asıl, hikmet tebeidir / illete bağlı olarak vardır. Binaenaleyh bir şeyin illeti olmayınca, hikmeti de olmaz. Dolayısiyle beklediğimiz ve umduğumuz faydalar, tasavvur, tahayyül ve hayalden öte geçmez. Tıpkı bir tohumu, kendisine uygun olmayan, elverişsiz bir toprağa ekmek gibi.
Böyle bir ameliyeden sonra çekirdekten çıkacak bitkiyi düşünüp; açacağı çiçekleri, vereceği meyveleri hayal ederek sonuç alacağımızı sanmak, nasıl yanlışsa; Adem-i Merkeziyet’in vehmii, tasavvurii ve hayalii neticelerine kavuşacağımızı zannetmek de, o nispette sakat bir görüştür. Çünkü sebep yok ki, hikmet olsun.
İşte bu hakikatin aksine, -maalesef- günümüzde bazı kimseler, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip / geçirip ona göre hükmediyor. Şüphesiz böyle bir düşünce tarzı yukarıda belirttiğimiz kaziyye-i muhkeme / kesin hükme ters düşmektedir.
“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi sedd edilir (kapatılır). Yeni kapılar açmak, hiçbir cihetle kar-ı akıl (akıllıca bir iş) değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa (boğulmağa) vesile (ve sebep)dir.” (a.g.e. s: 449)
Şu zamanda: 28 – 29 Kasım 1992 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen bir forumun nihai bildirisinde: “Haksızlık kimden gelirse gelsin ve zulüm kime yönelik olursa olsun,
mazlumlardan yana ve zalimlere karşı durmak kararlılığı ile…” (Yeni zemin, Sayı:1, 1 Ocak 1993, s:48) Yuvarlak ifadeleri altında, “Es-sebebü ke’l-fail.” / “Sebep olan yapan gibidir.” (Dini, İlmi, Felsefi YENİ ANSİKLOPEDİ, 1.Cilt, İstanbul-1991, s: 452) Evrensel İlahi kaidesini göz ardı ederek, devlet zalimlikle suçlanır, ona karşı durmak yeğlenirken…
“Sorunu sadece toprak sorununa indirgemeyi sağlıklı bir yaklaşım olarak kabul etmiyoruz!” (Yeni Zemin, Sayı:1, 1 Ocak 1993, s: 48) diyerek baklayı ağzından çıkaranlar varken…
“(Doğu Anadolu) bölge(si) refah ve kalkınmadan hak ettiği payı alamamıştır.” (a.g.dergi, s: 49) ifadesiyle, GAP gibi, devasa bir projenin gerçekleşmek üzere olduğu, görmezlikten gelinerek, öküz altında buzağı aranırken…
“Türkiye’de yekpare veya homojen bir etnik topluluktan söz etmek mümkün değildir. Başka ulusların varlığını inkar eden ve onların taleplerini bastıran ulus-devletin yerine çok uluslu bir hukuk devletini geçirmek gerekiyor!” (a.g.dergi, s: 49) derken “Dil, Din bir ise, millet birdir. Madem öyledir. Hakiki unsuriyete değil, belki Dil, Din, Vatan münasebatına (münasebetlerine) bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir Millet, eğer biri noksan olursa, tekrar Milliyet dairesine dahildir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul-1977, s: 302) hükmünce, bu vatanda yaşayan insanların yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğunu ve onların -istisnalar dışında, menşe’leri ne olursa olsun- yine yüzde doksan sekizinin Türkçe konuştuğunu unutarak, doğru gibi görünen fahiş hatalı fikirlerin ileri sürüldüğü…
Bu topraklardaki varlığın, gelişmenin, on asırlık Selçuklu-Osmanlı Müslüman-Türk idaresinde gerçekleştiğini, vatanın her köşesinde bu kültürün taştan tapuları, kütüphanelerinde milyonlarca eserlerle imparatorluk mühürleri varken …Vatanı, Milleti yamalı bohçaya benzeterek bugünlere gelişin şanlı tarihini hesaba katmayanlar bulunurken…
Bugün -maalesef- Sevr Antlaşma şartlarının yerine getirilemediğine zımnen hayıflanan, esefler eden kimseler, aramızda boy gösterirken…Ki, gerçekleştiği takdirde, Anadolu’da hepimizin varlığına hatime çekileceği / son verileceği, hayat hakkımızın elimizden alınacağı kaçınılmaz bir sonuç olacakken…
Almanya’da, Tübingen Üniversitesi Özel Araştırma Bölümü tarafından 1989 yılında “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Etnik Gruplar” adlı bir araştırma yayınlanır ve bu araştırmada Türkiye’de 47 etnik grubun varlığından söz edildiğinden hareketle yola çıkarak, Türkiye’de 100’e yakın etnik grup ve ara kültürün varlığını saptadığını ve bu sayının artacağından söz edilebilirken…(Hale Soysü, Kavimler Kapısı – 1, Kaynak Yayınları, -Tarihsiz- s: 10)
(Bazı) Kürtleri örnek aldıklarını söyleyerek, Lazların haklarını korumak ve Laz Tarihi’ni, kültürünü araştırıp geliştirmek amacıyla Laz Vakfı kurmaya kalkışanların çıktığı bir ortamda…(31 Ocak 1993, Bugün gazetesi)
Kısaca, ecnebilerin / yabancı devletlerin, manen istilası sürerken, her türlü kışkırtmaların çoğaldığı hengamda ve bölücü telkinatın / üfleyişlerin tahribatı sırasında; Adem-i Merkeziyet / Muhtariyet / Özerklik / Yerinden Yönetim’den söz etmek…Bu istekle Vatan, Millet ve Devlet binasında yeni kapılar açıp, duvarlardan tahripçilerin girmesine sebep olacak delikler açmak; Vatan, Millet ve Devlet’e karşı büyük bir cinayet işlemekten farksızdır.
Bediüzzaman “Nutuk” isimli eserinde, İmparatorluğun mes’ele ve dertlerine temas etmiş, teşhis kadar, hal şekillerini de göstermiştir. İmparatorluğu parçalanmaktan kurtarmak ve bütünlüğünü korumak gayesiyle yayınladığı açık mektubun; Cemal Kutay tarafından sadeleştirilmiş şeklinden bazı kısımlar:
“Bu topraklar üzerinde bütün yaşayanları, aynı kültür ve düşünce seviyesine eriştirmeden
Adem-i Merkeziyet fikri veya kardeşi oğlu olan her unsura mahsus kulüpler (dernekler) kurdurursak, zaten merkezden nefret eden diğer unsurlar ve milliyetler büsbütün alevlenecek, ayrılık fikirlerini tatbike dökme imkanı bulacaklardır. O zamanlar dehşetle göreceğiz
Ki …Adem-i Merkeziyet ve tevsi-i mezuniyet (gemlenemeyen istekler ) …kendi kabına sığmayacak, dört yanı tazyik edecek (zorlayacak) ve Osmanlılığın ümit bağladığı Meşrutiyet (bugün Demokrasi) perdesi üzerine öylesine baskı yapacaktır ki, bu perde tazyike dayanmayacak, yırtılacaktır. Hatta feveran ile (şiddetle) patlayacaktır. Muhtelif ırk, din ve milliyetler önce Muhtariyet (Özerklik), daha sonra İstiklal (Bağımsızlık) isteyeceklerdir.
“Tarihte Tavaif-i Müluk (Beylikler) denen ve büyük bir devletin varlığından çıkmış o sayısız küçük devletçiklerin etrafımızı kuşattığını görürüz. Bu rekabet hissinin dizginlenmemesinden doğan netice, öylesine vahşet yolunu açar ki, müsavi (eşit) olmayan kuvvetlerin yıkıntıları arasında içeride birbirimizi yerken, dış istilalarla memleket maazallah (Allah korusun) çöker gider. O zaman hasretini çektiğimiz Hürriyet’in kazançlarıyla, kaybımızı teraziye koyarsak hangisi ağır basar?
“Biz İstibdadın zehirlerini Hürriyet panzehiri ile tedaviyi düşündük. Bu akıl yolunda muvaffakıyetimiz (başarımız), bünyemizi hazırlamamızla mümkündür. Eğer Hürriyetlerimiz Milli Camia’yı zedeleyecek, ayrılık fesadını yeşertecekse, Adem-i Merkeziyet’le bu ihanet yolunda, bilmeden kapı açmaz mıyız? Bugün mahiyeti bilinmeyen Siyasi Kulüpler (Dernekler) bile, ayrılığı destekleyen menfezler (girilecek yerler) oluyor. Aman dikkat…
“Milletin Hürriyet’ini ve Birliğini korumak, akıl ve irfan yolunu zedeleyecek hareketlerden uzak kalmak, halaasın (kurtuluşun) tek çaresi iken, nereden gelirse gelsin ve mahiyeti ne olursa olsun, bu gibi aksi netice verecek teşebbüslere mani olmak şarttır. Bugünkü aklii ve fikrii kudretimizle onu tatbik edemeyiz. Daha çok zaman ve himmet lazım bize.” (Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri, Sayı: 4, İstanbul -1967, s: 219 – 224)