Gül, çiçekler içersinde kusursuzluğu anlatır. Nazenindir, hayranı çoktur. Herkes elde etmek ister onu, dikeni vardır; cesaret edemez kimse. Sevenler, birbirlerine gül sunarlar, seven sevdiğine “gül yüzlüm” der. “İnsanların en güzeli”ni hatırlatır gül, kokusunu onun teninden almıştır. Gül, Muhsin Bey’in de sembolüydü; o, hilal içindeki gülü partisinin amblemi yapmıştı.
Düşünceler, bir esintidir; ruhumuzu, bedenimizi okşar. Kutup yıldızı, bir kılavuzdur, yerinden hiç oynamaz. Yola çıkanlar, onu kendine rehber alır. Onun, diğer yıldızlardan tek farkı, bulunduğu yerde sabit olması. Duruş sahibidir o. Kişilerin, ruhunu besleyen fikirler, yönünü belirleyen duruşlar vardır; ancak bazı beyinler bunun farkında değildir. Buna, var olan zenginliğinin farkında olmamak ya da zenginliğini, kaybettikten sonra fark etmek denir. İşin acı tarafı da budur. Muhsin Bey, Türk milleti için bir değerdi; bu millet bunu anlamadı ya da onu kaybederek anladı.
Değerler kolay yetişmez. Zamandır, çiledir onun öğretmeni. O bir köy çocuğu, Anadolu’nun bağrından kopmuş. Bizim kültürümüzle yetişmiş, monşer eğitimi almamış. Anadolu kadar saf, Anadolu kadar çileli, Anadolu kadar samimi, Anadolu kadar vefalı. Toprağına, insanına, tarihine, ülküsüne bağlı. Kendisine yabancı olana bile yüreği açık. Beş yıllık hücre, iki buçuk yıllık hapis cezasının tek nedeni yüksek vatanseverlik duygusu. Bu duyguyu belki birileri kullandı, hiç önemli değil. Uğruna ölünecek, vatandı. Vatan, yüce inanç uğruna dökülen kanların bereketli toprağıydı. Binlercesi gibi, Muhsin Bey’in bedeni de bu toprağı bereketlendirebilirdi.
Eserler, ihtiyaçların sonucudur. Her ürünü doğuran bir zorunluluk vardır. Liderler de lider olmak için çıkmaz. Megalomanlık duygusu, lideri kalıcı kılmaz. Onun doldurduğu bir boşluk, dayandığı bir zemin bulunmalıdır. Destanlar, destan kahramanları, abartılı da olsa, milletlerin yaşadıkları büyük sıkıntıların sonucunda ortaya çıkan ürünler değil midir? Milletler, ancak o kahramanlarla ifade ederler kendilerini. Onlar, konuşan dili, gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olur, bir milletin. Millet vicdanının sesidir onlar. Bu ses, doğruyu haykırırsa, toplumun hislerinin tercümanı olursa yankılanır, kalıcı olur, tarihi kimlik kazanır. Muhsin Bey, Türk milletinin sesi olmaktan başka bir şey düşünmedi. Kendini zaferle değil, seferle görevlendirmişti.
Bir toplumda birlik, dirlik sağlamak erdemdir, yetenektir; önce bir ütopyadır. Bu ütopyanın adını, “Büyük Birlik” koydu. Partisini değil, birliğini büyük yapmak istedi. Millet birliğine zarar verecek eylemelerden kaçındı, düşüncelere karşı çıktı. En sert esen fırtınalarda, asırlık çınar gibi gürledi. Yalnız sağlığında değil, ölümünde bile insanları birleştirdi. Birbirine uzak duranları yakınlaştırdı, küsleri barıştırdı. O, Muhsin Bey’di, Anadolu kadar samimi.
“Huzur dolu içimde / ben sonsuzluğu düşünüyorum / ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum / durun kapanmayın pencerelerim / güneşimi kapatmayın / beton çok soğuk, üşüyorum…” dedi ve “sonsuzluğun sahibi”ne üşüyerek gitti. İnanıyorum ki, şüpheli helikopter kazasının ardından kapanmayan güneşe ulaştı, huzuru buldu.
Ne denir böyle birinin ölümüne, böyle bir ölüme? “Şu dünyada bir nesneye / Yanar içim göynür özüm /Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi” diyor Yunus Emre. Gök ekin biçildi, özümüz göynüdü. Bizde bıraktığı izlenim şu oldu: Adam gibi adamdı, adam gibi Türk’tü.
Ölümü milletimize rahmet, kendisi Peygamberimize komşu, mekanı cennet olsun.!