Abla Ben Devlet Memuru muyum?

108

 

İçimde adeta bir bahar kelebeği kanat çırpıyor, günlük işlerimi her zamankinden daha hızlı bir telaşla yapıyorum ertesi gün tatile çıkacağız. Ben işlerimle birlikte eşimin elime tutuşturduğu listedeki alışverişi de yapıyorum. O ise her zamanki eğitimci hassasiyetiyle evi temiz bırakmanın telaşında.

İşlerime çeki düzen vermenin rahatlığıyla akşam eve döndüğümde, hanım, ev işlerinin yorgunluğunun ötesinde mutlulukla şaşırmışlık arasında bir tebessümle beni karşıladı. Hoş beş etmeden ve ‘günün nasıl geçti’ demeden; ‘bu gün hayatımın dersini aldım’ diyerek söze başladı:

-‘Ev işlerime yardım eden (…) hanıma, ‘biz tatile çıkıyoruz, senin de şu tarihe kadar gelmene gerek yok, bizim tatilde olduğumuz günlere ait ücretin şu zarfın içinde, sen de o günlerde tatil yap!’ diye rica ettim, bana;

-“Abla, alamam! Hiç bir şey yapmadan o parayı nasıl alırım, ‘ben devlet memuru muyum’ diye itiraz etti, şaşırdım kaldım.

-Bu güne kadar ne rica ettiysem ‘tamam abla, peki abla’ diyen o munis insan birden bire değişiverdi. İtirazlarına aldırmadım ve ısrar ettim; ‘Haftanın o günlerini sen bize tahsis ettin, iş bağlantılarını ona göre yaptın, bu günlerde herkes tatile çıkıyor, nasıl iş bulacaksın, çoluk çocuğuna nasıl ekmek götüreceksin? Seninle anlaştığımızda tatillerde ücret ödemem demedim, tatile sen çıkmıyorsun, ben çıkıyorum, senin çalışmana engel olan benim, bu nedenle ücretini alman gerekir’ demem de kâr etmedi…

Nihayetinde; -‘Bu benim sana hediyemdir, hediyeleşmek sünnettir, bana bir sünneti yerine getirme fırsatı da mı vermeyeceksin’ deyince çaresiz kabul etti’ diye hikâyeyi özetledi.

Bizim tanık olduğumuz bu gerçek hayat hikâyesinde sadece bize değil, herkese yetecek ders vardı. Çünkü hanım kardeşimizin bir oğlu askerde, bir oğlu lise tahsilinde ve biri de 5 yaşında olmak üzere üç çocuğu vardı ve başka bir geliri de yoktu, evin hem anası hem de babasıydı.

Cepte fakir, gönülde zengin bu hanım kardeşimizin ‘abla ben devlet memuru muyum’ sözü hayatımızı film şeridi gibi gözlerimizin önüne serdi, bir muhasebe yapma fırsatı verdi. Çünkü hayatımızın büyük bölümünü devlet memurluğundan kazanmıştık.

Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlığın adıydı.

Devlet memuru ise; Devlet hizmetinde aylıkla çalışan kimse veya emir ile hareket eden, emir altında olan, kendi istediği gibi olmayıp başkasının emrine göre çalışan kimseler olarak tanımlansa da bizde bu tanıma uyanların sayısı her geçen gün azalıyor.

Esasında devletin anatomisi onun adına çalışan görevlilerden oluşuyor, o görevlilerin sağlıklı çalışması devletin organlarının sağlıklı işlemesidir.

Devletin, vatandaşa, ‘şu saatler arasında hizmetini göreceğim’ sözünün tek yerine getiricisi devlet memurudur ama bazı memurlar günde sekiz saat çalışmaz. Hatta hiç çalışmayıp sistemin disiplinini bozanlar takip, tahkikat vs. ile başka üst düzey memurların da mesaisini çalarlar.

Bizde devlet memuru olmakla devletli olmak arasında fark yoktur ve bir kısım memurlar, vatandaşın hizmetinden ziyade kendilerini ‘mamur’ etmenin memuru olurlar. Bazıları ise hizmetle mükellef olduğu vatandaşa tebessümü bile lütuf sayar.

Makamı yükselen kendini bilmezlere, memuriyet, bambaşka bir hava verir… Onlar makamı sunak, vatandaşı kul, kendilerini totem sanırlar. Vatandaş onların makamına niyaz için gelir ve genellikle ‘hayır mevzuat müsait değil’ deyip mesuliyetten kurtulur, ara sıra evet derse ihsanda bulunmuş sayar kendisini.

Ömür boyu iş güvencesi içindedir, rapor, izin vs. ne kadar hakkı varsa sonuna kadar kullanmayı ister.

Bazıları var ki makam sahibidir, emirlerinde şoför ve araba tahsis edilmiştir. Manisa gibi bir yerde dairesiyle konutu arasındaki beş yüz metrelik mesafeye makam arabası ile gider gelir. Haydi, buna eyvallah… Peki, geç kalan çocuğun okula bırakılması, dişi ağrıyan eşinin makam arabasıyla dişçiye götürülmesi ve hele yemek yaparken maydanoz isteyen hanımefendiye bir demet maydanozun makam arabasıyla gönderilmesine ne demeli?

Durun! Dahası var; Cuma namazı vakti Ulu cami önündeki resmi plakalı arabaları görünce, insanın, ‘bari siz yapmayın’ diye haykırası geliyor. Hele bazıları da var ki; Manisa’da çalışıp İzmir’de ikamet ettiği yetmezmiş gibi makam arabasıyla gidip gelmeye ar etmezler.

Doğru söyleyenin ve çok çalışanın dokuz köyden kovulduğu, liyakat sisteminin işlemediği, makamların işin ehlinden ziyade kendine siyasilerden bir ağabey bulanlara verildiği ve hazineden geçinmeli özel bir başka dünyadır memuriyet.

Vatandaşın hizmetinde olanların, vatandaş üstünden geçindiği tek yer devlet memuriyeti mi sanıyorsunuz? Yarı resmi tüzel kişilikli Anayasal kuruluşlar arasında öyle yerler var ki, kaydı hayat şartıyla parmak yalayanlarla dolu. Anayasa’da, “bu kuruluşların idari ve mali denetimi devlet eliyle yapılır” hükmünün işletildiğine şimdiye kadar tanık olmadım.

Bu günler vergi haftası her yer pankartlarla dolu ” Güzel bir gelecek güçlü bir Türkiye istiyorsan vergini vermelisin…” Hay hay! Emrin olur! Vermeye verelim de lütfen vatandaşa vergiyi ham yapanları seyrettirmeyelim!

Sayın Valime ve Sayın Başbakana arzımdır.