Varlığı kabul edilen, fakat mahiyetine yol bulunmayan anlama ve düşünme kabiliyeti. Zekâ ve zihin de denilen, anlamayı sağlayan, düşünme keyfiyetini gerçekleştiren; mânevî ve soyut bir âlet.
“Zâtıyla maddeden mücerret (madde olmayan), fiiliyle (işleviyle) madde ile alâkadar (alâkalı) bir cevher.”
Akıl; rûhun en önemli, başta gelen anlama âleti. Fakat bu durum, varlığını kabul etmeğe engel değil.
Mahiyet ve iç yüzünü idrâk ve anlamak imkânsız! Fakat, varlığı bilinen bir şeyin; mahiyeti meçhul, bilinmiyor diye mevcudiyeti inkâr edilmez. Çünkü varlığı bir gerçek. Nitekim, kimine “akıllı”, kimine “akılsız” deniyor. Akılla iftihar edilip, öğünülüyor.
Nasıl ki, bakkal terazisiz ticaret yapamaz. Kumaşçı, metre bulundurmadan kumaş satamaz. İnsan da bulunduğu ortamı, ancak aklıyla anlar, aklıyla seçer, aklıyla değerlendirir. Aklıyla, gitmesi gereken yolu tespit eder. Üstelik, aklı olmayan fikir yürütemez. Mânen önünü göremez.
Aklıyla, sadece ne yapması, nasıl yapması icap ettiğini belirler. Lâkin, bütün bunlar için akıl, akıl olmalı. Yani, eğitim süzgecinden geçmiş bir akıl olmalı.
Akıl terazisinin; tartacak ölçeklerinin, İlahî kaynaklı birimleri olan bir terazi olması da şart.
Kısaca ifade etmek gerekirse akıl; Yaratan’ın emrinde olmalı.
Çünkü vicdanın ziyası / ışığı din ilimleri, aklın nûru fen ilimleridir. İkisinin imtizacı / birlikteliği ile hakikat tecelli eder, kendini gösterir. O iki kanat ile insanın himmet ve gayreti pervaz eder / uçuşa geçer. İftirak ettikleri / ayrıldıkları vakit; birincisinden taassup, ikincisinden hile, şüphe tevellüd eder / doğar.
Kaldı ki, Zebur, İncil ve Kur’an gibi mukaddes kitaplar, nebî ve peygamberler; aklın var olmasına rağmen gönderilmişlerdir. Zira “Beşerde nübüvvet (peygamberlik) zaruridir.” Çünkü, ancak Kutsal Kitaplar ve Peygamberler takip edilecek yolları gösterir.
Akıl ise gösterilen yolları anlamaya ve üstünde yürümeye çalışır.
Demek ki, akıl; kendi başına yol bulmak için değil. Kendisine gösterilen İlahî ve Peygamberî yolları anlamak, onların rotasına girmesi gerektiğini kavramak, onların kılavuzluğunda karar kılabilme yetisi olarak, insana bahşedilmiştir.
Nitekim, tüm …izmler; düşünen bazı insanların; insanların düzgün ve rahat yaşamalarını temin etmek için, iyi niyetle ortaya koydukları; hayata bakış ve yaşayış biçimlerini düzenleyen yol, yordam ve rejimlerdir. Fakat güzel tarafları olmakla beraber, yanlış yönleri daha çoktur. Çünkü ifrat ve tefritten uzak kalamamışlardır.
Meselâ insanların daha iyi hayat sürmeleri için, iyi niyetlerle ortaya konan komünizm; milyonlarca insanı canından, malından etmiştir.
Oysa İslâm’da onların iyi ve güzel tarafları var. Menfî yönleri ise yok.
İşte akıl; gönderilen kitap ve sözleri idrak ve anlamak için verilmiş. Herhangi bir konuda, kendi başına yol bulmak için değil. Eğitimini almak şartiyle, bu hususları anlamak, kavramak ve bilme kabiliyeti olan bir aygıt. Doğruyu yanlıştan ayıran seçici bir tartı.
Bu ise, aklı ancak vahyin rehberliğinde kullanmakla mümkün. Zira, akıl terazi gibi, üreten değil tartandır. Yani menba değil mazhardır. Gerçekleri tayin ve tespit eden, mânevî bir göz hükmündedir.
Nitekim, fizikçi olmayan biri, aklım var diye fizik konusunda, bir fizikçi ile fikir teatisinde / alış verişinde bulunamaz. Aksi takdirde gülünç duruma düşer. Herkese maskara olur. Fizik konusunda, ancak iki fizikçi tartışırsa, fizik hakkında güzel sonuçlara varabilirler. Çünkü:
“Çıkar âsâr-ı rahmet; ihtilâf-ı rey-i ümmetten.”
“Rahmet eserleri, farklı fikirlerin tartışılmasıyla ortaya çıkar.”
Tabii ki, aklı olmıyanın ne fikri, ne de zikri olur.
Zaten aklı olmayan; Allah tarafından bile muhatap alınmıyor! Dinden, sorgu ve sualden muaf tutuluyor!
Velhasıl, akıl görünmeyeni gören göz.
Tabii İlahî Kitap ve İlahî Elçilerin sağladığı ışıkla.